Mutluluğu belirleyen öğelerin, yüzde 50 oranında kalıtımsal öğeler (genler), % 10 oranında yaşam koşulları ve % 40 oranında ne yaptığımız ve nasıl düşündüğümüz; diğer bir deyişle, amaçlı etkinliklerimiz ve bu amaçlarımıza ulaşmak için çıktığımız yollar ve uyguladığımız yöntemler olduğu bulunmuştur. Mutlu insanlar, yalnızca oturarak, yaşamdan doyum bulduklarını söyleyen insanlar değildirler. Bu insanlar, mutluluğu sağlayan, mutlu olmayı başaran insanlardır. Yeni anlayışlar, yeni başarılar ve kazanımlar elde etmek için büyük bir uğraş vermektedirler; ayrıca, düşüncelerini ve duygularını uyarlamaya çalışmaktadırlar. Çaba göstererek gerçekleştirilmeye çalışılan amaçlı etkinlikler, mutluluğa çok büyük katkı sağlarlar. Bu katkı, zamanla, kalıtımsal öğelerden ve çevresel koşullardan daha önemli bir katkıya dönüşür. Dolayısıyla mutlu olmak için, nasıl mutlu olunabileceğini öğrenmek gerekir…
Başarının Ön Koşulları
Başarılı olmak için, yetenek ve şans gibi etkenler, en önemli etkenler olarak görülüyorsa da, büyük başarı gösterenlerin, işlerine tutkuyla sarıldıkları ve direngen (sebatkar) oldukları, diğer bir deyişle, yaptıkları işlerde büyük bir “kararlılık” gösterdikleri bulunmuştur. Bu kişilerin, ruhsal dayanıklılık gösterme ve çok çalışmanın yanı sıra ne istediklerini çok iyi bildikleri ve bunu, içten içe, çok istedikleri saptanmıştır. Çoğu zaman, en yetenekliler değil, en çok çalışanlar başarılı olurlar. Çoğu insan, kendini yeterince zorlamadığı için, olabileceğinin en iyisi olamaz.
Yeteneği başarıya dönüştürme sürecinde, çaba göstermenin doğal yetenekten iki kat daha önemli olduğu bulunmuştur. Nietzsche, başarının önkoşulunun yetenek olduğuna inanmanın, çok çalışmamak için bir sözde neden (bahane) olduğunu söylemiştir. Doğal yeteneği başarıya dönüştürmenin formülleri şöyle gösterilmiştir: “Yetenek x Çaba = Beceri” ve “Beceri x Çaba = Başarı”. Yetenek, çaba gösterilince beceri geliştirmenin hızını belirler. Edinilen becerinin, çaba gösterilerek kullanılması da birlikte başarıyı getirir. Çaba gösterilmeyince, sahip olunan yetenek, işlenmemiş bir gizilgüç olarak kalır. Yine, çaba gösterilmeyince, edinilen beceri, kullanılmadan kalmış olur. Oysa, ancak çaba gösterilerek, yetenek beceriye, beceri de üretkenliğe dönüştürülebilir.
Ruhsal Dayanıklılık
Ruhsal dayanıklılık (resilience), son yıllarda sık kullanılan önemli bir kavramdır. Ruhsal dayanıklılık, olumsuz bir dış etken ya da ruhsal açıdan örseleyici bir olayla karşılaşıldığında, ruhsal olarak sağlıklı ve işlevsel tepki verme yeterliği olarak tanımlanır. Bu yeterlik, olumsuz yaşantılarla baş etmenin, zorlayıcı olaylarla başa çıkmanın ya da ruhsal açıdan örseleyici bir olayı atlatmanın ve bütün bunları göğüsleyebilmenin yanı sıra anlamlı bir yaşam sürebilmek, insanlarla iyi ilişkiler kurabilmek, öğrenmeye va yeni deneyimlere açık olmak için de gerekli olan bir yeterliktir. Ruhsal dayanıklılığı artırmanın yedi yolu tanımlanmıştır:
1. OYSA diyebilmek: Bunun için, istenmedik, olumsuz bir olayla karşılaştığımızda, aklımızdan ne gibi düşünceler geçtiğini bulmalıyız. Kendimizi dinlemeli, kendi kendimize ne söylediğinizi belirlemeli ve düşüncelerimizin, duygularımızı ve davranışlarımızı nasıl etkilediğini anlamalıyız. “O”, karşılaştığımız olay; “Y”, bu olaya yüklediğimiz anlam, karşılaştığımız olayı nasıl algıladığımız ve söz konusu olayla ilgili olarak ne düşündüğümüz; “S” ise, ortaya çıkan düşüncelerimizin sonucu olarak ne hissettiğimiz ve nasıl davrandığımıza karşılık gelir. Karşılaştığımız olumsuz olaylara, kendimizce bir anlam yükleriz ve yüklediğiniz bu anlama göre birtakım duygular yaşar ve yüklediğimiz bu anlama göre davranırız. Yüklediğimiz anlamı değiştirirsek, daha değişik duygular yaşayabilir ya da daha değişik davranabiliriz. Çökkünlük, kaygı ve öfke gibi, sağlıksız olumsuz duygular yaşadığımız zaman ya da istenmedik bir durum karşısında, sorun çözme odaklı yaklaşmadığımız, yalnızca tepkisel ve sonuçlarını öngörmeden, dürtüsel davrandığımız zaman, akılcı olmayan bir biçimde düşündüğümüz ve yaşadığımız olaya, akılcı olmayan bir anlam yüklediğimiz sonucunu çıkartabiliriz. Burada, “OYSA” yaklaşımını kullanabiliriz. Oysa, daha değişik düşünebilir ve akılcı düşünerek, olumsuz bile olsa (üzülme, tasalanma, kızma gibi), sağlıklı duygular yaşayabilir ve çözüm odaklı bir biçimde, işlevsel davranabiliriz. “A”, akılcı düşünmeye karşılık gelir. Akılcı düşünmek demek, gerçekçi, mantıksal ve işlevsel düşünmek demektir. Gerçekçi düşünmek demek, gerçekliği olduğu gibi kabul edip ona göre düşünmek demektir. “Olan olmuştur”; “Neden böyle oldu?” deyip durmamaktır. “Böyle olmamalıydı” dayatması yerine, “Değil mi ki böyle oldu, ben şimdi ne yapabilirim?” diyebilmektir. Akılcı düşünmek demek, neden-sonuç ilişkilerini doğru kurabilmek ve mantıklı düşünmek demektir. Akılcı düşünmek demek, işlevsel düşünmek, çözüm odaklı düşünmek demektir. Gerçekliği olduğu gibi kabul ederek bunun üzerinde düşünmek, neden-sonuç ilişkilerini doğru kurabilmek ve çözüm odaklı düşünebilmek, akılcı düşünmenin üç ayağıdır ve sağlıklı duygular yaşayabilmenin ve istendik sonuçlar almak üzere işlevsel davranabilmenin ön koşulu akılcı düşünmektir.
2. Düşünme tuzaklarından kaçınmak: İnsanlar, istenmedik olaylarla karşılaştıkları zaman, değişik birtakım düşünsel yanlışlar yapabilirler. Yeterince kanıt toplamadan hemen bir sonuç çıkarıvermek, tek bir açıdan bakmak (indirgemek), siyah-beyaz düşünmek (“siyah değilse beyazdır”), kişiselleştirmek, başkalarına yansıtmak (yalnızca başkalarını sorumlu tutmak), abartmak ya da azımsamak, aşırı bir genelleme yapmak, başkalarının aklından geçenleri okuduğunu sanmak, duygularına göre çıkarımlar yapmak, yapılan başlıca düşünsel yanlışlardır. İstenmedik, olumsuz bir olayla karşılaşıldığı zaman, sağlıklı düşünebilmek için, bu düşünme tuzaklarından özellikle uzak durmak gerekir.
3. Düşünsel buzdağlarını ortaya çıkarmak: Herkesin kendisiyle ve kendi dünyasıyla ilgili yerleşik birtakım düşünceleri, temel birtakım inançları vardır. Bunlara “buzdağı düşünceler” adı verilir; çünkü bu düşünceler, bilinçlilik düzeyinin altında kalırlar ve insanlar, bunların pek farkında değildirler. Yerleşik bu düşünceler, insanların, olaylar karşısında nasıl akıl yürüteceklerini, dolayısıyla ne düşüneceklerini, ardından ne hissedeceklerini ve nasıl davranacaklarını büyük ölçüde belirlerler. Bu düşünceler, temel değer yargıları olarak da görülebilirler. Ancak, yerleşik bu düşünceler, kimi zaman, önyargılar olarak, kişinin daha değişik, daha esnek ve daha işlevsel düşünmesini engelleyebilirler. Sıradan birtakım olaylara aşırı tepki vermenin, bir konuda bir türlü karar verememenin ya da belirli bir duyguyu yoğun yaşıyor olmanın altında bu buzdağı düşünceler yatıyor olabilir. Altta yatan yerleşik bu düşünceler, temel değer yargıları bağlamında işe yarar olabilirlerken; önyargılar bağlamında, kişinin gerekli düşünsel esnekliği göstermesini engelleyebilirler. Buzdağı düşüncelerin çoğu, çocukluk yıllarında, daha çok aileden edinilmiş olan düşüncelerdir ve kişinin sağlıklı düşünmesini ve davranmasını engelliyor olsalar da, değiştirilmeleri öyle kolay olmaz. Ancak, esnek düşünebilmenin önündeki en büyük engel olan bu önyargıların bulunup ortaya çıkarılması ve kişinin “kendi önünden çekilmesi” gerekir.
4. Sorunlara bakış açısını değiştirmek: Ruhsal dayanıklılığın en önemli öğelerinden biri sorun çözmedir. Sorunun nedeni yanlış yorumlanırsa, yanlış birtakım çözümler bulunur. Burada, soruna bakış açısı ve sorunun ele alınış biçimi büyük önem taşır. Burada da, karşılaşılan sorunu kişiselleştirmek ne denli yanlışsa, bütün sorumluluğu başkalarına yıkmak da o denli yanlıştır. Sorun çözmeye olumsuz yönelimi olan kişiler, soruna neden olduklarını düşündükleri için kendi kendilerini suçlama eğiliminde olurlar; sorunu, genel iyilik durumları için önemli bir gözdağı olarak algılama eğiliminde olurlar, dolayısıyla hemen ondan kaçmaya ya da herhangi bir tasarı kurmaksızın ona karşı saldırıya geçmeye kalkışırlar; sorunun, çok çaba harcanmadan hemen çözülmesi gerektiğini düşünürler; bu kişilerin, sorunun üstesinden gelme beklentileri düşüktür, çünkü ya sorunu çözülemez olarak görürler ya da sorunu başarıyla çözebilecek yeterliklerinin olmadığını düşünürler. Sorun çözmeye olumlu yönelimi olan kişiler ise, sorunları, genelde olağan, sıradan ve yaşamın kaçınılmaz olayları olarak görürler; sorunu, öncelikle kaçınılması gereken göz korkutucu bir durum olarak görmektense, kendilerini geliştirmeleri için uğraş verecekleri bir durum ya da bir fırsat olarak görürler; sorunların bir çözümü olduğuna ve bunu kendi başlarına bulabilecek yeterlikte olduklarına inanırlar; sorun çözmenin çoğu kez zaman alacağını ve bunun için çok çaba harcanması gerektiğini bilirler.
5. Yersiz kaygılardan uzak durmak: Kimi insanlar “ya –sa?” söylemleriyle (“Ya hastalanırsam?”, “Ya çocuğum sınavı geçemezse?” gibi), her sorunu korkunçlaştırırlar; ortaya çıkmamış sorunlar için bile, sanki “altından kalkılamayacakmış” gibi bir algı yaratırlar. Bu “ya –sa”ları, bir zaman sonra, onların “anayasa”ları olur. Olası bütün olaylara bu gözlükle bakarlar ve her an kötü bir olay olacakmış gibi, “diken üzerinde” yaşayarak, yaşamın tadını bir türlü çıkartamazlar. Bu kişilerin, “Olabileceğin en kötüsü ne?”, “Bunun olma olasılığı ne?”, “Olursa, bu katlanılamaz bir durum mu?”, “Böyle bir durumun ortaya çıkması dünyanın sonu mu?”, “Kaygılanıp duruyor olmak, olayın olma olasılığını düşürüyor mu?”, “Olabilecek olsa bile, şu an için alabileceğim bir önlem var mı?”, “Şu an için alabileceğim bir önlem varsa alayım, gereğini yapayım; yoksa, kaygılanıp durmanın bir anlamı var mı?” gibi soruları, kendi kendilerine sormayı öğrenmeleri gerekir.
6. Takıntı düşüncelerden kurtulmak: Takıntı düşünceler, değişik birtakım yollarla insanların yaşam niteliğini düşürürler. Takıntı düşünceler genellikle olumsuz yaşantılarla ilişkilidirler ve kişinin duygusal durumunun kötüleşmesine neden olurlar. Takıntı düşünceler, kişi bunlara “takılakaldığı” için, kişinin sorun çözme becerilerini elinden alır. Takıntı düşünceler, kişinin, gereksiz yere çok zamanını alır. Takıntı düşüncelerden kurtulmanın yolu, takıntı düşünceleri bastırmaya çalışmak değil (“pembe fili düşünme”), takıntı düşünceler üzerinde yeniden düşünmek, onlara yeni bir anlam yüklemek ya da bunlara özel bir anlam yüklememektir. Takıntı düşüncenin kendisi ya da içeriği önemli değildir; önemli olan, takıntı düşüncenin üzerinde ne düşündüğümüzdür. İstenmeden gelen düşünceyi, “Böyle bir düşünceye kapılmamalıydım” diye bir dayatma ile karşılarsak, bu takıntı düşünce ile başa çıkmak daha da güçleşir. Takıntı düşünceye özel bir anlam yüklemeden, “Bu, yalnızca bir düşünce, önemli olmak zorunda değil, özel bir anlamının olması da gerekmez, böyle bir düşünce aklıma geliyorsa geliyordur; istemesem de böyle düşünmekten kendimi alıkoyamadığım oluyor, ama bu bir önem taşımıyor” denebilirse, istenmeden gelen bir e-posta gibi düşünülüp “sil” tuşuna basılabilirse ve başka bir anlam yüklenmezse, bu düşünce, giderek, kendiliğinden söner. Gelmemeli ya da gelmesi şu anlama gelir dendikçe, bu düşünceler gelmeyi sürdürecektir.
7. Zorlanmalarla (stresle) başa çıkmak: Ruhsal dayanıklılığı olan insanlar, başlarına gelen olaylar üzerinde doğrudan bir etkilerinin olduğuna inanırlar. İnsanlar, yaşamlarında olan bitenler üzerinde hiçbir denetimlerinin olmadığı algısı içinde olurlarsa, herhangi bir istenmedik bir durum ya da olumsuzluk karşısında daha çok zorlanırlar. Oysa, karşılaşılan zorlayıcı olaylar karşısında yılgınlığa kapılmaktansa, bunları, kendimizi geliştirmek için bir fırsat olarak görebiliriz. Ruhsal dayanıklılığı sağlamak için zorlanmaların iyi ele alınması gerekir. Bunun için, sorunlara bakış açısını değiştirmenin ve sorun çözme becerilerini işe koşmanın yanı sıra soluk alıp verme, gevşeme ve görselleştirme alıştırmaları da yararlı olabilir.
Ruh Sağlığını Koruma
“Her şeyin başı sağlık”, ancak öncelik ruh sağlığı demek gerekir. Yapılan araştırmalarda, ruh sağlığını koruyabilmenin ve mutlu olabilmenin koşullarının şunlar olduğu bulunmuştur:
• Çalışmayı sürdürün ve bir uğraş içinde olun. Atalarımız ne güzel söylemiş: “İşleyen demir ışıldar ve pas tutmaz.”
• Anlamlı bulduğunuz etkinliklerle ve eğlence uğraşlarınızla üretken olun.
• Yaşamınızı yapılandırın ve her gün yapmak üzere, önceden belirlenmiş birtakım tasarılarınız olsun.
• Kendinize, ulaşılabilir birtakım hedefler koyun ve başarılarınızla kendinizi ödüllendirin.
• İnsanlarla ilişki ve iletişim içinde olun, insanlarla nitelikli zaman geçirin.
• Olabildiğince dışadönük olmaya çalışın, sevdiğiniz insanlarla zaman geçirin ve yeni insanlar tanımaya çalışın.
• Yaşamınızda sevdiğiniz özel bir kişi olsun, bir ilişki içinde olun.
• Kaygılanıp durmaktan ve kuruntulardan uzak durun; çünkü bunlar tadınızı kaçıracağı gibi, bir işe de yaramazlar.
• Olumlu ve iyimser düşünmeyi öğrenin.
• Olumsuz duygulardan uzak durmaya çalışın, aynı konuya sürekli “kafa patlatmak”tan, aynı konuyu sürekli düşünüp durmaktan kaçının.
• An’a odaklı yaşayın, geçmişteki örselenmeleri ve gelecekte ortaya çıkabilecek olumsuz olayları düşünüp durmayın.
• Kendinizi bilin, kendinizi olduğu gibi kabul edin, kendinizi sevin ve kendinize yardımcı olmaya çalışın.
• Kendiniz olun (“başka herkes kapıldı”), “-miş gibi” davranmayın, kim olduğunuzla barışık olun, dolayısıyla sizi siz olarak seven insanlara çekici geleceksiniz.
• Mutlu olmaya önem verin ve bunun için özel bir çaba gösterin.
Mutluluk ve esenlik’in başlıca öğeleri olumlu duygular, etkin katılım, yaşamı ve yaşamayı anlamlı bulma, olumlu ilişkiler ve başarı göstermedir.
Mutluluğun Tanımı
Mutluluğu tanımlarken, zevkli, keyifli, hoşa giden yaşantıların olmasıyla ya da eğlenerek, hoşça zaman geçirerek mutlu olmakla; bir anlam taşıyan ve bir amaca dayalı mutluluğu birbirlerinden ayırt etmek gerekir. Mutluluğu, yaşam doyumu bağlamından koparırsak, mutlu olmadan da birçok hoş duyguyu yaşayabileceğimizi söyleyebiliriz. Sevdiğimiz arkadaşlarımızla birlikte iyi bir yemek yemek, içki içmek, dans etmek, gezmek, alışveriş yapmak ya da bir bilgisayar oyunu oynamak, bize hoşça zaman geçirtebilir; ancak bunların daha temel yaşam doyumu ile bir ilişkisi yoktur.
Mutluluk bir denge konusudur. Bir amacı olmadan çok keyif almak, zevk almak, eğlenmek, kimi zaman zarar verici bile olabilir. Derin bir anlamı olmadan, sürekli keyif almanın ya da zevk almanın peşinde koşmak, insanının kendisini “boş” hissetmesine yol açabilir. Öte yandan, kendine iyi duygular yaşatmadan, sürekli bir amaç peşinde koşmak da geride birtakım özlemler bırakır. Tam bir mutluluk, yaşamdan ve yaptıklarından tat almayı ve yaşamda derin bir anlam bulmayı ve yaşam doyumunu bir arada barındırır.
Gönül Borcu Duyma
Gönül borcu duymak (minnettarlık, şükran duymak, şükretmek), gündelik kullanımıyla, kişinin kendisine yapılan bir iyiliğe karşı duyumsadığı borçluluk duygusu, kendini borçlu sayma olarak tanımlanır. Bilimsel bakış açısından ise, bu bir tutumdur, bir duygudur, ahlaki bir değerdir, bir erdemdir, bir alışkanlıktır, bir güdüdür, bir baş etme tepkisidir, bir kişilik özelliğidir, hatta bir yaşam biçimidir. Gönül borçluluğu hoş bir duygudur. Kendimizi iyi hissetmemize yol açar. Aynı zamanda bizi isteklendirir (motive eder). Kendimizi gönül borçlusu (minnettar) olarak hissettiğimiz zaman, gördüğümüz iyiliği başkalarıyla da paylaşmak isteriz.
Gönül borçluluğunun iki evresi vardır. Bunlardan birincisi, bize yapılan iyiliği görmektir. Bu, bir anlamda, yaşama ve yaşamaya onay vermektir. Yaşamın iyi olduğunu ve yaşamaya değer olduğunu belirtmektir. İkincisi, yapılan iyiliğin, büyük ölçüde dışarıdan kaynaklandığını ayırt etmektir. Gönül borçluluğunun öznesi, bir başkası ya da başkalarıdır. İnsanlar, bir başkasına ya da başkalarına, yaradılışlarına, doğaya karşı gönül borcu duyabilirler; ancak hiçbir zaman kendilerine gönül borcu duymazlar. Gönül borçluluğunu diğer duygulardan ayıran başlıca özellik budur. İnsan, kendisini beğenebilir, kendisini sevebilir, kendisinden hoşnut olabilir; ancak kendisine bir gönül borcu olmaz, kendisine bir gönül borcu duymaz.
Bu açıdan bakıldığında, gönül borçluluğu, bir duygu olmanın da ötesindedir. Bir iyilik yapılmıştır; bu iyilik, bir ölçüde de olsa bir özveride bulunularak, istenerek yapılmıştır ve yapılan bu iyiliğin bir değerinin olduğu düşünülmektedir. Burada örtük bir alçakgönüllülük de vardır. Burada, başkalarının katkısı olmasa, olduğumuz kişi ya da olduğumuz yerde olamayacağımız düşüncesi vardır.
Yapılan çalışmalar, gönül borcu duyan (şükreden, minnettar olan) kişilerin sevinç, coşku, sevgi, iyimserlik ve mutluluk gibi olumlu duyguları daha çok yaşadıklarını; içerleme, gücenme, alınma, dargınlık, kin besleme gibi yıkıcı duyguları pek yaşamadıklarını göstermiştir. Bu kişilerin, günlük yaşamın zorlanmalarıyla daha kolay başa çıktıkları, örselenmeler karşısında ruhsal açıdan daha dayanıklı oldukları, hastalıklarından daha kolay iyileştikleri ve genelde daha sağlıklı oldukları bulunmuştur. Yine, bu kişilerin, ilişkilerinin daha iyi olduğu, kendilerini daha bağlantılı hissettikleri (aidiyetlerinin daha yüksek olduğu), daha sevgi dolu ve daha verici oldukları bulunmuştur. Ayrıca, “iyi”nin daha çok ayrımında oldukları ve yaşamdan daha çok zevk aldıkları saptanmıştır.
Sonuç olarak, gönül borcu duyan kişiler, yaşamlarında olan iyi şeylerin ayrımında olurlar ve bunlar için şükran duyarlar, minnettar olurlar; dolayısıyla, bu yaşantıları da onları daha mutlu eder.
Mutluluk
Mutluluk, yaşam doyumu ile duygusal iyilik durumunun bir bileşkesidir. Duygusal iyilik durumu, olumsuz duygulardan daha çok olumlu duygular yaşıyor olmaktır.
Olumlu duygular, çok değişik biçimlerde ve yoğunluklarda kendilerini gösterirler. Başlıca olumlu duygular, sevinmek, eğlenmek, ilgi duymak, esinlenmek, onur duymak, derin bir saygı ya da sevgi duymak, gönül borcu duymak (şükretmek, minnettarlık) ya da dingin (huzurlu) olmaktır.
Olumlu duygular yaşamak ya da daha genel bir deyişle olumluluk, olaylara daha geniş bir bakış açısıyla bakmayı, daha başka olasılıkları ve seçenekleri görmeyi, karşılaşılan istenmedik olayları daha kolay atlatmayı, başkalarıyla daha iyi bir iletişim ve ilişki kurmayı, kişinin olabileceğinin en iyisi olmasını ve kendisine daha iyi bir gelecek hazırlayabilmesini sağlar. Yapılan çalışmalarda, genelde olumlu bir tutum sergileyenlerin, on yıla dek, daha uzun bir süre yaşadıkları bulunmuştur. Olumluluklar birikince genel mutluluk düzeyi artar. Ancak olumluluk, kendi başına bir amaç değil, yaşam yolculuğu sırasında kullanılan bir araçtır.
Olumlulukla ilgili tanımlanan altı gerçek vardır:
1. Olumluluk, kendimizi iyi hissetmesini sağlar. Yaşadığımız bu duygular da daha nitelikli bir yaşam sürmemizi sağlar.
2. Olumluluk, zihnimizin çalışma biçimini değiştirir. Olumluluk, daha yaratıcı olmamızı sağlar. Yüreğimizi ve zihnimizi açar. Bunlar arasında karşılıklı bir besleme de vardır. Açık olmak da olumluluğu artırır. Açık olmak, ağaçları ve ormanı birlikte görmemizi sağlar. Dolayısıyla olumluluk, görme alanımızı genişletir. İş yaşamında bile, olumlu bir yaklaşımla pazarlık yapanların daha iyi sonuçlar elde ettikleri saptanmıştır.
3. Olumluluk, geleceğimizi dönüştürür. Olumluluk, içsel kaynaklarımızı uyandırır, harekete geçirir. Yüreğimiz ve zihnimiz açılınca yeni beceriler geliştirir, yeni bağlantılar kurar, yeni bilgiler edinir ve yeni bir benlik kazanırız. İnsanlar kendilerini iyi hissettikleri zaman başkalarına da iyi davranırlar. Olumlu olmak çevremizdekilere de bir güç verir. Olumluluk bulaşıcıdır. Başkalarıyla olan bağlarımızı da güçlendirir. Oysa olumsuzluk iticidir, başkalarını bizden uzaklaştırır.
4. Olumluluk, ruhsal açıdan daha dayanıklı olmanızı sağlar.
5. Olumluluk, bir kıvılcımdır, eyleme geçiren bir etkendir. Olumlu bir tutum sergileyerek yapacağımız küçük bir değişiklik, yaşamımızda çok büyük bir fark yaratabilir.
6. İstersek ve bunun için çaba gösterirsek daha olumlu olabiliriz.
Ancak, her an olumlu olmak da olanaklı değildir, bu insanın doğasına aykırıdır. Yukarıda belirtildiği üzere, olumluluk oranının (yaşanan olumlu duyguların olumsuz duygulara olan oranının) 3’e 1 olmasının yeterli olduğu bulunmuştur. Bu oran, ardışık olaylar için belirlenmiş bir oran değil, genel bir orandır. Olumsuzluk da insan için önemlidir. En mutlu insanlar bile, birtakım olaylar karşısında üzülür, kaygılanır ya da kızarlar. Ancak olumluluk oranının 3’e 1’in üzerinde olan kişilerin kendilerini daha çok geliştirdikleri saptanmıştır.
İnsanların olumlu olup olmamaları, büyük ölçüde nasıl düşündüklerine bağlıdır. Olumlu duygular da, diğer bütün duygular gibi, olayları nasıl yorumladığımızla yakından ilişkilidir. Olumluluk, karşılaşılan durumlarda ya da yaşanan olaylarda, bir anlamda “iyi”yi bulmak demektir, olayın “iyi” yanını görmek demektir. “Kötü” ya da “yanlış” aranacak olursak çok sayıda bulunur, ancak sonunda mutsuz olunur.
Genel olumluluk oranımızı belirleyen önemli bir etken yaradılışımız ya da diğer bir deyişle kalıtımımız ise de, bu etken ancak yaklaşık yüzde elli oranında belirleyicidir. Diğer yarı, içinde bulunulan koşullara ve nasıl düşünüldüğüne bağlıdır. Yeni düşünme yöntemleri belirlenirse, bu oran değiştirilebilir. Üçe bir oranının üzerine çıkılınca, daha mutlu ve kendine yeter biri olmanın ötesinde, yaratıcı, ruhsal açıdan daha dayanıklı, üretken ve hepsinden belki de daha önemlisi, kendini geliştiren ve her geçen gün daha iyiye giden bir birey olunabilir.
Olumluluk oranını yükseltmenin en hızlı ve en etkin yolu olumsuzluğu azaltmaktır. Burada önemli olan, olumsuzluğu tümüyle ortadan kaldırmak değil, azaltmaktır. Kimi zaman olumsuz duygular yaşamak da uygun ve yararlı olur. Burada da önemli olan, uygunsuz ya da gereksiz olumsuzluğu azaltmaktır. Gereksiz olumsuzluk, ne yararlı, ne de sağlıklıdır. Sağlıksız olumsuz duyguları ortadan kaldırmanın yolu da, bunların öncesinde yer alan akılcı olmayan düşünceler üzerinde yeniden düşünmek, bunların yerine akılcı düşünceleri koymaktır. Bütün duygularımızın arkasında bizim olayları nasıl algıladığımız, olayları nasıl değerlendirdiğimiz ve olayları nasıl anlamlandırdığımız yatar; diğer bir deyişle, olaylara ilişkin algılarımıza, değerlendirmelerimize, anlamlandırmalarımıza ve nasıl bir anlam yüklediğimize göre duygularımızın değiştiğini düşünerek, olaylara daha değişik bir anlam yükleyerek yaşadığımız duyguları değiştirebiliriz.
Olumluluk oranını yükseltmenin diğer bir yolu da olumlu yaklaşımlarda bulunmaktır. İyilik yapabiliriz. Sahip olduklarımız için gönül borcu duyabiliriz (şükredebiliriz). İçinde bulunduğumuz durumların ve karşılaştığımız olayların iyi yanlarını görebiliriz. Gelecekte nelerin daha iyi olacağını görselleştirebiliriz. İnsan ilişkilerimizi artırabiliriz. Doğaya çıkabilir ve doğayla iç içe olabiliriz. Tutkularımızın doğrultusunda ilerleyebilir, güçlü olduğumuz alanları işe koşabiliriz. Bütün bunlar, istendiği zaman, olumluluğu artırmak için yapılabilecek küçük değişikliklerdir. Bunları yapınca, sevinir, eğlenir, ilgi duyar, esinlenir, onur duyar, derin bir saygı ya da sevgi duyar, gönül borcu duyar (şükreder) ya da dingin (huzurlu) oluruz.
Olumlu Olumsuz Düşünme Eğilimi
Olumlu/olumsuz düşünme eğiliminizi belirleyebilmek için, aşağıda yer alan, olumsuz ve olumlu düşünme örneklerinden, hangi deyişlerin, sizin için genelde doğru olduğunu değerlendirin:
Olumsuz düşünme örnekleri:
- Başkalarının yaptığı yanlışları hemen görürüm.
- Başkalarının kusurlarını çoğu zaman görürüm.
- Toplumumuzu, sorunlarla dolu bir yer olarak görüyorum.
- Kendimi göz önünde bulundurduğumda, birçok eksiğimin olduğunu düşünüyorum.
- Biri benim için bir iyilik yaptığında, genellikle, sonradan altından bir şey çıkacak mı diye düşünürüm.
- İyi bir olay olduğunda, yakında bu bir acıya dönüşür diye düşünürüm.
- İyi bir olay olduğunda, daha iyisi olabilir miydi diye düşünürüm.
- Biri başarılı olduğunda, bu bana, kendimi, kendimle ilgili olarak kötü hissettirir.
- Kendimi, sıklıkla, başkalarıyla karşılaştırırım.
- Sık sık, kaçırdığım fırsatları düşünürüm.
- Geçmişimle ilgili olarak, yaptığım birçok şeyden pişmanlık duyarım.
- Geçmişi düşündüğümde, aklıma hep kötü anılar gelir.
- Başıma kötü bir olay geldiğinde, uzun bir süre bunun üzerinde düşünüp dururum.
- En ufak bir şans verseniz, çoğu insan sizi kullanır.
- Olumlu düşünme örnekleri:
- Çevremde birçok güzellik görüyorum.
- Çoğu insanda iyiyi görürüm.
- Diğer insanların iyi niteliklerinin olduğuna inanırım.
- Kendimi, birçok güçlü yanı olan bir insan olarak görürüm.
- Kötü bir olay olduğunda, bu kötü olayın bile iyi yanını görürüm.
- Yaşamda ne denli şanslı biri olduğumu düşünürüm.
- Geçmişi düşününce, mutlu zamanlarım öne çıkar.
- Geçmiş zamanların güzel anılarının tadını çıkartırım.
- Tanıdık olmasa bile, başkalarının başarıları beni mutlu eder.
- Başkalarının yaptığı, küçük bile olsa, iyi şeyleri görürüm.
- Dünyada sorunlar olduğunu biliyorum, ancak yine de, yaşanacak çok güzel bir yer gibi görünüyor.
- Dünyada birçok fırsat olduğunu görüyorum.
- Gelecekle ilgili olarak iyimserim.
Yorumlama:
Katıldığınız olumsuz düşünme deyişleri sayısı:
- Düşük 1-4
- Orta 5-9
- Yüksek 10-14
Katıldığınız olumlu düşünme deyişleri sayısı:
- Düşük 1-4
- Orta 5-8
- Yüksek 9-13
Olumsuz düşünme deyişlerinin birçoğuna katılmış, olumlu düşünme deyişlerinin birçoğuna katılmamış iseniz, değişmenin zamanıdır. Düşünmek de herhangi başka bir alışkanlık gibi görülebilir ve çaba gösterilerek değiştirilebilir. Olumsuz düşünme eğilimli biri iseniz, dünya böyle bir yer olduğu için değil, dünyayı böyle gördüğünüz içindir.
Olumlu düşünme değeriniz yüksek, olumsuz düşünme değeriniz düşükse, büyük bir olasılıkla mutlu bir insansınız demektir. Olumsuz düşünme değeriniz, olumlu düşünme değerinizden yüksekse, kendinizle, başkalarıyla ve dünyayla ilgili olumsuz bir düşünme biçimi geliştirmişsiniz demektir. Bu yaklaşımın, sizin için gerçekten işe yarar olup olmadığını ya da daha olumlu bir tutumla daha işlevsel olup olamayacağınızı ve daha nitelikli bir yaşam sürüp süremeyeceğinizi değerlendirseniz iyi olur.
İyimserlik
İyimserlik: İnsanlar, amaçlarına ulaşmaya çalışırlarken ve gelecekteki olaylarla ilgili beklentileri açısından, iyimserler ve kötümserler olarak ikiye ayrılabilirler. İyimserler, geleceğe ilişkin genel bir güven duygusu içindedirler ve genelde olumlu sonuçlar alacakları beklentisi içindedirler. Oysa kötümserler, geleceğe ilişkin bir kuşku içindedirler ve genelde olayların olumsuz sonuçlanacağı beklentisi içindedirler.
İyimser bakış açısının birçok üstünlüğünün olduğu bulunmuştur. Bunlardan birkaçı şunlardır:
• İyimserler, yaşamlarında birtakım güçlüklerle karşılaştıkları zaman, kötümserlere göre daha az gerginlik yaşarlar. Daha az kaygı ve çökkünlük yaşarlar.
• İyimserler, olumsuz olaylara daha iyi uyum sağlarlar (hastalıklar ve ameliyatlar da içinde olmak üzere).
• İyimserlik, sorun odaklı baş etmeyi, karşılaşılan olaya eğlenceli yanından bakmayı, yeni tasarılar yapmayı, olumlu açıdan yeniden bakmayı ve içinden çıkılamazsa, yaşanan durumu olduğu gibi kabullenmeyi sağlar. İyimserler, yaşadıkları olumsuzluklardan ders çıkartırlar. Dolayısıyla iyimserlerin baş etme becerileri kötümserlerinkilerden daha iyidir.
• İyimserler, genellikle bir yadsıma (inkar) içinde değildirler; oysa kötümserler, sorunla yüzleşmemeye, sorundan uzak durmaya çalışırlar. İyimserler, sağlıklarıyla ilgili olarak erken uyarıları görmezden gelmezler ve gerekli önlemleri alırlar; böylece, önemli birtakım sağlık sorunları doğmasının önüne geçerler.
• İyimserler, çabalarını sonuna dek sürdürürler, direngendirler ve yenilgiyi kolaylıkla kabul etmezler. Sorunun, öyle ya da böyle bir biçimde başarıyla ele alınabileceği görüşü içindedirler. Oysa kötümserler, çok kötü bir sonuç doğacağı beklentisi içinde oldukları için, yenilgiyi daha baştan kabul etme eğiliminde olurlar.
• İyimserler, sağlıklarına daha çok özenirler (sağlıklı beslenirler, düzenli spor yaparlar, belirli aralıklarla kan değerlerine baktırırlar, sağlık taraması yaptırırlar) ve genelde daha sağlıklıdırlar.
• İyimserler, işyerlerinde daha üretkendirler.
İyimserlik, öğrenilebilir bir yaklaşım mıdır? Buna verilecek yanıt “evet”tir. İyimserliğin kalıtımsal bir yanı varsa da ve erken çocukluk yaşantıları burada önemli bir belirleyici olsa da, kötümserlikle başa çıkmanın birtakım yolları vardır. Birinci yol, düşüncelerimizi tanımaktan geçer. Olumsuz bir düşünce saptanınca, bu düşüncenin üzerinde yeniden düşünebilir ve bu düşünceye seçenek başka birtakım düşünceler bulunmaya çalışılabilir. Diğer bir yol, açıklama biçimini tanımak ve bunu değiştirmektir. Açıklama biçimi, daha önce yaşanmış olumlu ve olumsuz olayların nedenlerinin ve gösterdiği etkilerin nasıl açıklandığı ile ilişkilidir. Kötümser açıklama biçiminde, kötü olaylar için, bunların kişinin kendisinden kaynaklandığı, bunların kalıcı olduğu biçimde ve genel birtakım açıklamalar getirilir. İyi olaylar için de, bunların dışarıdan kaynaklandığı, kalıcı olmadığı ve özgül birtakım açıklamalar getirilir. Böyle bir açıklama getiren kişiler, kötü olayları kişisel başarısızlık gibi görme eğiliminde olurlar. İyimser açıklama biçiminde, kötü olaylar için, bunların dış etkenlerden kaynaklandığı, kalıcı olmadığı ve koşullara bağlı özgül bir durum olduğu biçimde açıklama getirilir; iyi olaylar için ise tam tersi biçimde bir açıklama getirilir.
Ancak körü körüne iyimserlik de, özensizliğe, gereken önemi vermemeye, boşlamaya, savsaklamaya ya da gerçekçi olmayan birtakım beklentiler içine girmeye neden olabilir. Bunun önüne geçmenin yolu, “öyle istendiği için öyle olacağına inanma” eğiliminden uzak durmak ve böyle düşünerek bir karar vermemektir. Olumlu olmak, gerçekçi olmakla uyumludur. Olumlu olmak, yalnızca olumlu sonuçlar alınacağını beklemek demek değildir, ancak işler yolunda gitmese bile, bunlarla başa çıkabileceğine ilişkin bir güven duymaktır.
Akış Yaşantısı
“Akış” yaşantısı, insanların kendilerini, başka hiçbir şeyi umursamayacak denli, bir etkinliğe kaptırmaları olarak tanımlanır. Genelde, inandığımızın tersine, yaşamlarımızın en iyi anları edilgen, alıcı ve dinleniyor olduğumuz anlar değildir; öncesinde çok çaba harcadıysak, bu anlar da zevkli olabilir; ancak yine de en iyi anlar, genellikle zor ve değerli bir işi başarmak amacıyla, bedenimizi ya da zihnimizi, sınırlarına dek, isteyerek zorladığımız anlardır. Sözgelimi, televizyon izlemek seyrek olarak bir akış durumu yaratır. Oysa çalışan insanlar, işlerinin başında, işlerine yoğunlaşarak, becerileriyle zorluklara karşı koyarak, denetim duygusu ve doyumla, belirli bir akış yaşantısına, televizyon izledikleri zamana oranla, dört kat daha yüksek bir oranda ulaşırlar.
Akış yaşantısı, insanların yaptıkları işi, yalnızca o işi yapma adına yapmayı sürdürdükleri zaman eriştikleri zihinsel bir durumdur. Akış yaşantısı sırasında, zaman duygusunun, saatin gerçek ilerleyişi ile ölçülen zamanla ilişkisi çok azdır.
Kimi insanlar, başarmak istedikleri eylemin gerçekleşmesine kendilerini çok kaptırdıkları, bu yüzden içinde yaşadıkları anın tadını çıkaramadıkları için yaşamdan doyum alamazlar. Oysa diğer birtakım insanlar, sıkıcı ve zor bile olsa, yaptıkları her işten zevk alırlar. Gerçekten mutlu insanlar, yaptıklarından zevk alan, sahip olduklarıyla doyuma ulaşmış, geçmişinden sürekli pişmanlık duymayan ve geleceğe güvenle bakan insanlardır.