Toplumsal Ödüller

Yaşamımızdaki en güzel şeylerin gelecekte olacağına inandırılarak büyütülüyoruz. Anababalar, çocuklarına, iyi alışkanlıklar edinirlerse gelecekte rahat edeceklerini söylüyorlar. Öğretmenler, öğrencilerine, o sıkıcı dersleri daha iyi öğrenirlerse, ileride daha başarılı olacaklarına inandırmaya çalışıyorlar. Kurum yöneticileri, çalışanlarına, daha çok çalışırlarsa, daha sonra, daha iyi konumlara gelecekleri sözünü veriyorlar. Her zaman yaşamaya hazırlanıyoruz, ama hiç yaşamıyoruz.

Karmaşık bir toplumsal yaşamda ayakta kalmak, birtakım dış etkenler için çalışmayı ve birtakım anlık zevkleri ertelemeyi gerektirir. Ancak insanın bu dış etkenlerin bir oyuncağı olması da gerekmez. Sürekli toplumsal ödüllerin peşinde koşmak yerine, kişinin kendi yetenekleri doğrultusunda, kendi kendine de birtakım hedefler koyması gerekir. Mutluluk, toplumsal sıradanlığın edilgen bir parçası olmaktan çok, kendi özgünlüğümüzü ortaya koymakla, bu yolda etkin bir çaba göstererek kendimizi gerçekleştirmekle sağlanır.

Bunu yapabilmek için, yaşanan her anda, yaşanan olaylarda ödüller bulma yeteneğini geliştirmemiz gerekir. Yaşantılarımızın aralıksız süregidiyor olmasından zevk almayı ve onlarda bir anlam bulmayı öğrenirsek, toplumsal edilgenliğimizden kurtulabiliriz. Ödüller dış etkenlere bağlı kalmazsa, güç bize geri döner.

Ulaşmakta zorlandığımız bir ödül için sonsuza dek kendimizi zorlamak yerine, yaşamanın gerçek ödüllerini toplayabiliriz. Bundan, kendimizi içgüdüsel isteklerimize bırakmamız gerektiği anlamını çıkarmamalıyız. Toplumsal ödüllerin yanı sıra içgüdüsel isteklerimizden bağımsız olarak zihnimizde olan biteni denetim altında tutabilmeliyiz. Yaşanan sıkıntı ve alınan zevk hep bilinçtedir ve orada var olur. Doğal eğilimlerimizi sömüren, toplumsal olarak koşullandırılmış uyaran-tepki örneğine uymamız, dışarıdan denetlendiğimiz anlamına gelir. Çarpıcı bir reklamı izledikten sonra söz konusu ürünü almaktan kendimizi alıkoyamamamız ya da yöneticimizin kaşlarını çatmasının günümüzü zehir edebilmesi, yaşantılarımızın içeriğini kendi kendimizin belirleyemediğini gösterir. Bizi gerçekte etkileyen, olayların kendisi değil, onlara yüklediğimiz anlamdır. Yüklediğimiz anlama göre birtakım duygular yaşarız. İnsan, gerçekte dışarıda her ne olursa olsun, yalnızca bilincinin içindekileri değiştirerek kendini mutlu ya da mutsuz edebilir.

Bilincini denetleyebilen bir insanın ayırt edici özelliği, istediğinde dikkatini odaklayabilmesi, dikkatini dağıtan uyaranları göz ardı edebilmesi, belirli bir hedefe ulaşmak için gereken süre boyunca dikkatini o hedef üzerinde yoğunlaştırabilmesidir. Bunları yapabilen bir insan, günlük yaşamın olağan gidişinden genellikle zevk alır. Bir insan, “akış”ı olabildiğince sık yaşantılamak üzere bilincini örgütleyebildiği zaman, yaşam niteliği yükselecek, daha mutlu olacaktır. Bir hedef seçip, kendimizi, yoğunlaşmamızın sınırlarına dek zorladığımızda, yaptığımız iş her ne olursa olsun, bu bize zevk verecektir. Bu zevki bir kez tadınca, sonra onun tadına yeniden varmak için çabalarımızı artırırız. Dolayısıyla benliğimiz giderek gelişir..

Akış Etkinliği

İnsanlar, ister iş başında, isterse boş zamanlarında olsunlar, “akış”ta oldukları zamanki yaşantılarının, olmadıkları zamanki yaşantılarından çok daha olumlu olduğunu bildirmişlerdir. Zorluklar ve gösterdikleri beceriler yüksek bir düzeyde olduğunda, kendilerini daha etkin hissetmişler ve daha mutlu olmuşlardır, dolayısıyla daha iyi yoğunlaşabilmişler ve kendilerini daha yaratıcı ve doyumlu olarak hissetmişlerdir. Buradan çelişkili bir sonuca ulaşılmaktadır: İnsanlar çalışırken zorlandıklarını ve becerilerini işe koşmak zorunda kaldıklarını hissetmektedirler ve bu nedenle daha yaratıcı, doyumlu ve mutlu olmaktadırlar. Boş zamanlarında ise genellikle yapacak bir şey bulamadıklarını ve becerilerini kullanmak durumunda kalmadıklarını hissetmekte, dolayısıyla daha çökkün olmakta ve doyumsuz kalmaktadırlar. Ancak insanlar, yine de, daha az çalışmak ve daha çok boş zaman geçirmek isterler. Becerilerin kullanımı sonucu ulaşılan “akış yaşantısı” insanı geliştirir, oysa edilgen bir eğlence insanı hiçbir yere götürmez. İş de, boş zaman etkinlikleri de, denetimimiz altında olmadığı sürece bizde düş kırıklığı yaratır. İşlerinden zevk almayı öğrenen, “boş” zamanlarını boşa harcamayan insanlar, yaşamlarının daha değerli olduğunu hissederler. Seyrek olarak canı sıkılan, yaşadığı anın tadını çıkarmak için, sürekli olarak, olumlu dış etkenlere gereksinim duymayan bir insan, yaratıcı bir yaşama ulaşmış demektir.

Biyolojik ve toplumsal hedeflerimizin karşılanmadığı zamanlarda, yeni hedefler oluşturmamız ve kendimize yeni bir “akış etkinliği” yaratmamız gerekir, yoksa içsel gücümüz kendi iç kargaşamız içinde yiter gider.

Yaşamdan zevk alan biri ile yaşamın yükü altında ezildiğini hisseden biri arasındaki ayrım, dış etkenler denli, bu kişilerin dış etkenleri yorumlayışındaki farklılıklardan kaynaklanır. Karşılaştıkları zorlukları göz korkutucu bir durum olarak mı, yoksa bir eylem fırsatı olarak mı gördüklerinde yatar.

Çoğu insana göre, doğrudan biyolojik gereksinmelerimiz ya da toplumsal alışkanlıklar hedeflerimizi belirler; bu kişilere göre hedeflerin kaynağı benliğin dışındadır. Amaçlarını kendileri belirleyebilen insanların koydukları hedefler, bilinçlerinde değerlendirdikleri yaşantılarından ve kendi benliklerinin içinden çıkar. Amaçlarını kendileri belirleyebilen bu insanlar, karmaşa yaratması olası yaşantıları bir “akış”a dönüştürürler. Bunu yapabilmenin dört kuralından söz edilmiştir: Birincisi, kişinin, akış yaşantısını yaşamak için uğrunda çaba harcamaya değer bulacağı açık hedeflerinin olmasıdır, burada kişi, ulaşmaya çalıştığı hedefi kendisinin seçtiğini bilmektedir; ikincisi, bir eylem dizgesi seçtikten sonra, yaptığı işe kendisini derinlemesine vermektir; üçüncüsü, olan bitene odaklanmaktır, yoğunlaşmak için katılım gerekir ve katılım da ancak olan bitenden doğru sonuç çıkarmak üzere odaklanmayı gerektirir; dördüncüsü ise anlık yaşantılardan zevk almayı öğrenmeyi gerektirir. Hedef koymayı, beceri geliştirmeyi, geribildirime duyarlı olmayı, yoğunlaşmayı ve katılımı öğrenmenin sonucunda, koşullar istendik olmadığında bile yaşamdan zevk almak olanaklı olabilir.

Ancak tüm varoluşu bir akış yaşantısına dönüştürmek için, bilincin yalnızca anlık durumlarını denetlemeyi öğrenmek yeterli değildir. Günlük yaşamdaki olayların anlam kazanması için hedeflerin genel bir bağlamı da olmalıdır. Bir insan, bir akış etkinliğinden diğerine, aralarında bir bağlantı kurmadan geçerse, sonunda geriye dönüp baktığında, olup bitenlerde bir anlam bulamayabilir. Dolayısıyla yaşamın bütününü, birleşik amaçlarla tek bir akış etkinliğine dönüştürmek gerekir. Mutluluk budur!..

Mutluluk Ölçülebilir mi

Mutluluğun nesnel (objektif) ya da öznel (subjektif) olarak ölçülebilir olup olmadığı çok tartışılan bir konudur. Psikoloji bilim dalında, mutluluk, “öznel iyilik durumu” (ÖİD) ile benzer anlamda kullanılır. Öznel iyilik durumu, insanların kendi yaşamlarını düşünsel ve duygusal olarak nasıl değerlendirdikleri ile ilişkilidir ve aşağıdaki biçimde gösterilir:

Öznel iyilik durumu = Yaşam doyumu + Duygulanım

Öznel iyilik durumunun, birinci, düşünsel bölümü, yaşam doyumu ile belirtilir. Yaşam doyumu, kişinin kendi yaşamını kendisinin nasıl değerlendirdiği ile ilişkilidir. Duygulanım ise, öznel iyilik durumunun duygusal boyutudur.

Mutluluğun tasarımı şöyledir: M = Y + K + E

Burada M, mutluluğa karşılık gelir; Y, kalıtımsal olarak belirlenmiş yapısal mutluluk düzeyine karşılık gelir; K, içinde bulunulan koşullara karşılık gelir; E ise, istemli olarak belirlenebilen etkenlere karşılık gelir. Kalıtımsal olarak belirlenmiş yapısal mutluluk düzeyi, önemli yaşam olaylarından sonra özgün düzeyine dönen ve yaşam boyu oldukça değişmezlik gösteren mutluluk düzeyidir. Bunun, mutluluk düzeyini yaklaşık % 50 oranında belirlediği bulunmuştur. Öte yandan, içinde bulunulan koşulların, mutluluk düzeyini yaklaşık % 10 oranında belirlediği bulunmuştur. Kişinin yaptığı seçimlerin ve çaba göstererek edindiklerinin ise, mutluluk düzeyini yaklaşık % 40 oranında belirlediği bulunmuştur. Bütün bu bulgulardan, kişinin kendi mutlu olabilirliğini yaklaşık % 40 oranında belirleyebileceği sonucu çıkmaktadır.

Yaşam doyumunun, içinde bulunulan nesnel yaşam koşullarına bağlı olduğu düşünülürse de, gerçek durum böyle değildir. Öznel iyilik durumunun aşağıdaki etkenlerle yakından ilişkili olduğu bulunmuştur:

  • İyimserlik
  • Dışadönüklük
  • Toplumsal bağlar (yakın arkadaşlıklar gibi)
  • Evli olma
  • Severek yaptığı bir işinin olması
  • Din ya da içsel değerler (maneviyat)
  • Boş zaman etkinliklerinin olması
  • İyi uyku uyuma ve spor yapma
  • Toplumsal katman (daha iyi bir yaşam biçimini ve daha iyi baş etme becerilerine sahip olmayı sağladığı için)
  • Öznel sağlık durumu (kişinin sağlığıyla ilgili olarak ne düşündüğü)
  • Öznel iyilik durumunun aşağıdaki etkenlerle ilişkili OLMADIĞI bulunmuştur:
  • Yaş
  • Dış görünüm (alımlı ya da çekici olma)
  • Para (temel gereksinmeler karşılandıktan sonra)
  • Kadın ya da erkek olma
  • Eğitim düzeyi
  • Çocuk sahibi olma
  • Daha iyi bir iklimde yaşama
  • Barınma
  • Nesnel sağlık (doktorların ne söylediği)

Birtakım kişilik özelliklerinin de, bir ölçüde daha mutlu olmayı sağladığı gösterilmiştir. Bunlar arasında, güven duyma, duygusal açıdan oldukça durağanlık, denetimindelik algısı (“Başıma gelenler bir şans, bir yazgı olmaktan çok, benim yaptıklarımla, benim seçimlerimle ilintili” demek), denetim altında tutma isteği, dayanıklılık, gergin olmama, benlik saygısının olması, gereksiz kaygılardan uzak durabilme, dışadönüklük, uzlaşılabilirlik (geçinmesi kolay olma), güçlüklere karşı koyabilme gibi kişilik özellikleri sayılabilir.

Mutlu olmayı sağlayan en önemli etkenlerden biri toplumsal ilişkilerdir. Mutlu olabilmek için günde 6-7 saat gibi bir süre, toplumsal bir ortamda bulunmak gerekir diye düşünülmektedir. Çok mutlu insanların, çok doyurucu bir toplumsal yaşamlarının olduğu bulunmuştur. Bu kişilerin çok az yalnız kaldıkları, arkadaşlarıyla iyi ilişkiler içinde oldukları ve bir sevgililerinin olduğu bulunmuştur. Öte yandan, mutlu insanlarla birlikte olmanın da kişinin mutluluğunu artırdığı gösterilmiştir.

Yaşamı Anlamak

Yaşamda genel iyilik ve esenlik durumunu tam olarak anlayabilmek için, “güzel yaşam”ı, “iyi yaşam”ı ve “anlamlı yaşam”ı birbirlerinden ayırt etmek gerekir. Güzel yaşam, olumlu duygulara sahip olmakla ilintilidir. İyi yaşam, büyük bir katılım sağlayabilmek, yaptığı etkinliğe kendini kaptırabilmek ve bir akış yaşayabilmek için kişinin güçlü yanlarını kullanması ile ilintilidir. Anlamlı yaşam ise, kişinin kendinden daha büyük bir amaç uğruna güçlü yanlarını kullanması ile ilintilidir.

Genel iyilik durumunun altı öğesinin olduğundan söz edilir. Bunlar,

• Kendini kabul etme (kişinin kendisini ve kendi yaşamını olumlu olarak değerlendirmesi),

• Kendini geliştirme,

• Yaşamında bir amacının olması,

• Başkalarıyla olumlu ilişkiler içinde olma,

• Çevresel egemenlik (kişinin yaşamını ve çevresini etkin bir biçimde yönetebilme yeterliği) ve

• Özerkliktir.

“Kendini belirleme kuramı”na göre temel ruhsal besleyici öğeler de şunlardır:

• Özerklik: Kişinin ne yaptığını seçme gereksinmesi, kişinin kendi yaşamının yönlendiricisi olması.

• Yeterlik: Kişinin ne yaptığıyla ilgili olarak kendisini güvende hissetme gereksinmesi.

• İlişkinlik: Kendi özerkliğini koruyor ve yeterliğini ortaya koyuyorken, yakın ve güvenli insan ilişkilerinin olması gereksinmesi.

Kendini belirleme kuramına göre, bu gereksinmeler karşılanınca, kişinin isteklenme (motivasyon) düzeyi ve iyilik durumu artar; bunlar sınırlandırılınca, kişinin işlevselliği olumsuz yönde etkilenir.

İnsanın gizilgüçlerinin gerçekleştirilmesi ilkesine dayalı, “kişisel dışavurum kuramı”na göre ise, kişi,

• Kendisini canlı tutan etkinliklere karışarak,

• Kendisini tam olarak dışavurarak (ifade ederek),

• Yaptığı işe yoğun bir biçimde katılarak,

• Yapması gerekeni yaparak,

• Yükümlülüklerini yerine getirdiği düşüncesinde olarak,

• Kendisine uyumlu, kendisiyle bağdaşanı yaparak

genel iyilik durumunu sağlayabilir. Dolayısıyla, yaptıklarından sevinç ve mutluluk duyar.

Olumsuz Yaşantılardan Kazanım

Yapılan çalışmalar, yaşamında birtakım olumsuzluklar (olumsuz olaylar ya da önemli birtakım yaşam değişiklikleri gibi) yaşamış olan kişilerin, başına genelde olumsuz bir olay gelmemiş kişilere göre, en sonunda, daha mutlu (ve daha az yıpranmış, daha az örselenmiş, daha az gergin ve daha güçlü) olduklarını göstermiştir. Zora sokan, olumsuz birtakım yaşantıların olmasının, insanları güçlendirdiği ve daha sonraki olumsuz olaylara hazırladığı bilinmektedir.

“[Eşim, çocuğum, işim, param…] olunca mutlu olacağım” gibi yanlış bir inanış, insanların, eşinden ayrılma, işini değiştirme, parasını boşa harcama gibi, çok kötü kararlar almalarına yol açabilir. Yine insanlar, [eşim, param, sağlığım yerinde, çok başarılı] olmadıkça mutlu olamam dedikçe, kendilerini daha mutsuz ederler ve bu tutumları da, yaşamın, yine de doyum veren birçok yanını görmelerini engeller. Mutluluğu beklemeyi bırakmalıyız. Biz istersek mutluluk yanı başımızdadır. Olumsuz olayların olumlu yanlarını bulup çıkartabiliriz, yaşamınıza değişik renkler ve yenilikler katabiliriz, bizim için anlamlı birtakım amaçların ardından koşabilir ve kendimizi gerçekleştirmenin zevkine varabiliriz. Yaşam, biz ona ne anlam yüklüyorsak, o anlamı taşır.

Yaşamda hiçbir olay, o olayı düşünürken insana önemli geldiği denli önemli değildir. Diğer bir deyişle, yaşam olaylarının ve yaşam değişikliklerinin, genel mutluluğumuz üzerindeki etkilerini genelde abartırız, çünkü bundan sonra hep böyle düşünmeyebileceğimizi öngöremeyiz.

Bir amaç uğruna çalışmak günlük yaşamımızı daha çok yapılandırır ve yaşamımıza anlam katar. Yeni birtakım beceriler edinmek ve yeni birtakım insanlarla etkileşmek için bize fırsatlar sağlar. Amacımızı gerçekleştirmeye çalışırken yaşamanın da bir anlamı olur, süreç içinde kendimizi daha çok gerçekleştirmekten haz alırız. Bütün bunlar insanı daha mutlu eder. Süreç içinde belirli bir aşamayı geçince başarının tadına varırız. Dolayısıyla, bitirme çizgisine aşırı odaklanmaktansa, ara aşamalara odaklanmak ve bu aşamaları aşmanın tadını çıkartmak bize mutluluk sağlar. “Mutluluğa giden bir yol yoktur. Mutluluk bir yoldur.”

Kişisel Gelişim

İnsanların genel iyilik durumunun, ancak kişisel gelişim (kendini geliştirme) ya da aşkınlık yoluyla sağlanabileceği düşüncesi, kabul gören bir görüştür.

Kişisel gelişim, kişinin değişmek için çalışıp çabalaması, kendini ve dünyayı daha iyi anlamaya, bir insan olarak kendini geliştirmeye ve yaşamında, kendi seçtiği alanlarda, daha iyi olmaya çalışmasıdır. Kişisel gelişimin yolu kendini gerçekleştirmekten geçer ve çaba göstermeyi, dışarıdan ya da kişinin içinden gelen engellerle baş etmeyi gerektirir. Carl Rogers, iyi bir yaşamın, bir varoluş durumu olmadığını, ancak bir süreç olduğunu söyler.

Kişisel gelişim sağlayan başlıca etkenler arasında da hoşlanma duygusunu erteleme, azim ve kararlılık ve duygularını yönetme gibi etkenler sayılmıştır. Walter Mischel’in okul öncesi çocuklarda yaptığı bir deneyde, çocuklara, önlerindeki şekeri (marşmelov) hemen yiyebilecekleri; ancak on beş dakika daha bekleyebilirlerse, kendilerine iki şeker verileceği söylenmiş. Bu deneyde, o anki hoşlanma duygusunu erteleyebilen, on beş dakika bekleyerek daha çok kazanç sağlayan çocukların, daha sonraki yaşamlarında daha başarılı oldukları gösterilmiştir.

Öte yandan, okulda ve yaşamda başarı kazanmada, azim ve kararlılığın, IQ’dan (zeka) daha önemli olduğu bulunmuştur. Kişisel gelişim için diğer önemli bir etkenin de, dürtü ve duygularını yönetebilme becerisine sahip olmak olduğu gösterilmiştir.

Aşkınlık ise, kendinden başka bir kişiye ya da bir “şey”e kendimi adama ile ilişkilidir. Kişinin yaşamında bir amaç bulması ve bu amacı doğrultusunda davranmasıdır. Bu amaç, kişinin çocukları, yaptığı işi, daha geniş anlamda, içinde yaşadığı toplum ya da içsel değerleri (maneviyat) olabilir.

Kişinin kendini geliştirmesi ve aşkınlığı, ayrı ayrı yollarda sürdürebileceği gibi, bir arada da olabilir.

Zamana Bakış Açısı

Yaşanan zamana bakış açısı, mutluluk ve esenlik açısından önemli bir kavramdır. Zamana bakış açısı açısından insanları beşe ayırmışlardır:

• Gelecek yönelimliler,

• Geçmişe olumsuz yönelimliler,

• Geçmişe olumlu yönelimliler,

• O sırada yaşadıklarından sevinç duyanlar ve

• O sırada yaşadıklarının bir yazgı olduğu düşünenler.

Daha çok gelecek yönelimliler, çoğu zaman, yaşadıkları anın tadını çıkarmaktansa, alacakları doyumu erteleyerek ve zamanlarını “boşa” harcayacak eğilimlerinden uzak durarak, gelecekle ilgili amaçları ve olası kazanımları ile ilgilenirler. Sağlıklı yiyecekler yerler, düzenli spor yaparlar, sağlık taramalarını zamanında yaptırırlar. Yaşamda, genellikle başkalarından daha başarılı olurlar.

O sırada yaşadıklarından sevinç duyanlar, içinde bulundukları anı yaşarlar, eğlence arayışı içindedirler, yoğun etkinliklerden hoşlanırlar, coşku duymanın, yeni birtakım duyumların ve sonu nereye varacağı kestirilemeyen olayların arayışı içindedirler. Çocuklar, genellikle o sırada yaşadıklarında sevinç duyan kişilerdir. Ancak, bu tür davranışlar, olumsuz birtakım sonuçlar da doğurabilir. Bu kişiler, duydukları eğilimlere genellikle yenik düşerler (“kendime yenildim” derler), bağımlılık geliştirmeye yatkındırlar, kötü sonuçlar doğurabilecek bir biçimde güvensiz araba kullanırlar, kazalara karışırlar, okulda ve işte başarısızlıklar yaşayabilirler.

Öte yandan, o sırada yaşadıklarının bir yazgı (kader) olduğunu düşünenler, genellikle bir çaresizlik, umutsuzluk yaşarlar ve yaşamlarının dış güçlerin denetimi altında olduğunu düşünürler.

Geçmişe yönelimliler, daha çok aile, gelenekler, olanı, olduğu gibi sürdürmeye ve geçmişe odaklanırlar. Bu yönelim, olumlu ya da olumsuz bir yönelim olabilir. Geçmişe olumlu yönelimliler, geçmişe özlem duyan, geçmişle ilgili güzel anıları olan, aile ve arkadaş ilişkilerini sürdüren değerleri önemseyen kişilerdir. Geçmişle ilgili güzel öyküleri olan kişilerdir. Geçmişe olumsuz yönelimliler ise, geçmişi unutamayan, geçmişe takılakalmış olan ve geçmişle ilgili hoş olmayan yaşantılarına odaklanmış olan kişilerdir.

Bu yönelimlerden hangisi ya da hangileri daha çok genel iyilik durumu ve esenlik sağlar? O sırada yaşadıklarının bir yazgı olduğunu düşünenlerin ve geçmişe olumsuz yönelimlilerin genel iyilik durumu sağlayamayacakları açıktır. Birçok araştırmacı, geleceğe odaklanmanın, genel iyilik durumu ve olumlu işlevsellik için önemli olduğunu ileri sürmüştür. Ancak geleceğe aşırı odaklanmanın da, yaptığı işe aşırı düşkünlük gösterme, ailesini ve arkadaşlarını boşlama, ara sıra kendini şımartmak için kendine zaman ayırmama, eğlence uğraşları için zaman bulamama gibi birtakım sakıncaları olabilir. İçinde bulunduğu ana odaklanmanın (şimdi-burada yaşantıları) genel iyilik durumu için kesin bir gereklilik, bir “olmazsa olmaz” olduğunu ileri süren araştırmacılar da vardır. Ancak, bunun da, uzun erimli sonuçları görmezden gelme ve yapılanlardan sonra hissedilebilecek olumsuzluklar bağlamında sakıncaları vardır.

Son zamanlarda yapılan çalışmalarda, beklentilerin tersine, gelecek yönelimli olmanın genel iyilik durumu ile ilişkili olmadığı, o sırada yaşadıklarından sevinç duyma yönelimli olmanın, yaşam doyumu ile orta derecede ilişkili olduğu gösterilmiştir.

Öte yandan, genel iyilik durumunu en çok sağlayan yönelimin, geçmişe olumlu yönelim olduğu gösterilmiştir. Geçmişe olumlu yönelimi olan kişilerin benlik saygılarının daha yüksek olduğu, geçmiş ve o sıradaki yaşamlarından daha çok doyum buldukları saptanmıştır. Ancak bu yönelimin de, aşırı tutucu olunduğu, yeni yaşantıları ve kültürlere kapalı olunduğu, değişmeye karşı olunduğu ve yeni sorunlara, alışılageldik, eski çözümler uygulanmaya çalışıldığı için birtakım sakıncalarının olduğu düşünülür.

Yukarıda sözü edilen bütün zamana yönelim türlerinin bir değeri vardır, ancak aşırıya kaçılacak olursa ve diğer bütün yönelimler dışlanacak olursa, hiçbiri işlevsel değildir. Gelecek yönelimlilerin aşırı başarı odaklı olmaları, işe aşırı düşkün olmalarının; diğerlerinin de, içinde bulundukları anda sevinç duymaya aşırı odaklanmalarının ya da geçmişe aşırı özlem duymalarının, getirilerinin yanında götürüleri de vardır. İşte burada “zamanı dengeli kullanma” kavramı gündeme gelir. Bu kavrama göre, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek öğeleri bir araya harmanlanır ve içinde bulunulan koşulların gereklerine, gereksinmelerimize ve değerlerimize göre, biri diğerinin önüne geçer.

Zamanı dengeli kullananların, daha çok gelecek yönelimli ve geçmişe olumlu yönelimli oldukları, o sırada yaşadıklarından sevinç duyma konusunda ortalama düzeyde ya da ortalamanın biraz altında oldukları, geçmişe olumsuz ve o sırada yaşadıklarının bir yazgı olduğu yönelimlerinin olmadığı gösterilmiştir.

Buradan çıkarılacak sonuç, zamanı dengeli kullananların, içinde bulundukları duruma göre esnek bir tutum sergileyebildikleri gerçeğidir. Zamanı dengeli kullanabilenler, aileleriyle ya da arkadaşlarıyla bir arada oldukları zaman, kendilerini tümüyle içinde bulundukları ortama verirler, bir arada oldukları kişilerle gerçek bir iletişim içinde olurlar ve bir arada olmaktan büyük zevk alırlar. İşte olmadıkları gün, kendilerini huzursuz hissetmektense, huzur içinde zaman geçirirler. Ancak çalışmaları gerektiğinde, gelecek yönelimli bir bakış açısı sergilerler ve daha üretken olmaya çalışırlar.

Zamanı dengeli kullanmanın başlıca öğeleri, odaklanabilme yeterliği, esneklik ve duruma göre başka bir tutum alabilirlik ve başka bir “dalga boyu”na geçebilirliktir.

Yapılan araştırmalarda, zamanı dengeli kullananların, toplumun diğer kesimine göre daha mutlu ve iyimser oldukları, yaşamlarında daha çok doyum buldukları, daha etkin oldukları, kendilerini daha iyi gerçekleştirdikleri, amaçlarına daha çok ulaşabildikleri gösterilmiştir.

Yeteneklerimiz

Yetenek, bir eylemde bulunma yeterliği bağlamında, değişik ortamlarda doğal olarak kendini gösteren, yineleyici düşünce, duygu ya da davranış örüntüleridir.

Kişinin güçlü yanı ise, belirli bir etkinlikte, sürekli olarak, üst düzeyde bir beceri gösterme yeterliği olarak tanımlanır.

Yetenekler, işlenmemiş elmaslarsa; kişilerin güçlü yanları, özenle işlenmiş elmaslar, pırlantalardır. Dolayısıyla, kişilerin güçlü yanları, yeteneklerin bilgi ve becerilerle donatılmasıyla ortaya çıkarlar. Kişiler, iyi geliştirilmiş güçlü yanlarıyla ve bunları uygun bir biçimde uygulamalarıyla başarıya ulaşırlar. Kişilerin güçlü yanlarını geliştirmeleri ve bunları doğru uygulamaları için belirli birtakım ilkeleri göz önünde bulundurmaları gerekir. Bunlar aşağıda sıralanmıştır:

• Kişinin kendi yeteneklerini görmesi ve bunlara inanması,

• Kişinin kendi yeteneklerine değer vermesi ve bunlar için bir sorumluluk taşıması,

• Kişinin kendisinin ne istediğini bilmesi, belirli bir eylemde neden bulunduğunu bilmesi; yaşamdan beklentilerini ve yaşam amaçlarını açıklığa kavuşturması

• Birbirini besleyen, iyi ilişkiler kurması,

• Geçmiş başarılarını yeniden yaşaması,

• Yeteneklerini ve güçlü yanlarını uygulamaya geçirmesi,

• Yetenekler ve güçlü yanlar konusunda başkalarını eğitmesi (böylece kendisinin de daha iyi anlamasını sağlayacaktır).

Kişi, kendi yeteneklerini ve güçlü olduğu yanları anladıktan sonra, artık kendisiyle en iyi eşleşen işi ve eylemleri göz önünde bulundurmalıdır. Aynı işe ve eyleme bile, kişinin güçlü olduğu yanlarına göre, değişik açılardan yaklaşılabilir.

Değer Yargılarımız

Değer yargılarımız, genellikle büyüme dönemimizde içselleştirdiğimiz ya da büyüyüp, belirli bir yaşa geldikten sonra kararını verdiğimiz, çok derinlerde yatan yerleşik inançlarımızdır. Gereksinmelerimizi, değer yargılarımızdan ayırt etmemiz gerekir.

Gereksinmelerimiz doğuştan gelen özelliklerimizdir, ayrımında olmasak bile hepimizde bulunan özelliklerdir ve evrenseldirler. Oysa, değer yargılarımız öğrenilmiş ya da seçilmişlerdir, bilinç düzeyindedirler ve kişiye özgüdürler. Gereksinmelerimiz oldukça değişmezdirler, sözgelimi her gün yemek yemek isteriz ve ileride de yemek yiyeceğiz. Oysa, değer yargılarımız değişmeye açıktırlar.

Değer yargılarımız neyi neden yaptığımızın temelidir. Gereksinmelerimizi yerine getirmeye ve önceliklerimizi belirlemeye yardımcı olurlar. Her şeye eşit değer veriyor olsak, eyleme geçemezdik; çünkü nereden başlayacağımızı bilemezdik. Değer yargılarımız, özellikle, yapmaktan hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız şeyleri, neden yaptığımızı ya da yapmadığımızı açıklamamızda yararlı olurlar.

Evrensel olarak kabul edilebilecek 10 temel değer yargısı tanımlanmıştır. Bunlar, güç, başarı, hoşlanma, uyarılma, kendini yönlendirme, genel geçerlik, yardımseverlik, gelenek, uyum ve güvenliktir.

Genel iyilik durumu (esenlik), büyük ölçüde, yaşamda yönümüzü seçme ve bu yolda ilerleme yeterliğimize bağlıdır. Yaşamımızdaki amaçlar, yaşamımızı yönlendiren, isteklendirici (bizi motive eden) özgül nedenlerimizdir. Gereksinmelerimizle aynı şeyler değildirler, çünkü bilinç düzeyinde tasarlanırlar. Kısa erimli amaçlarımız da değildirler, çünkü yaşamımızı uzun süre yönlendirirler. Yapılan araştırmalarda, kişinin, yaşam amaçlarının ne olduğunu, neden böyle amaçlarının olduğunu ve bu amaçlarının değer yargılarına ne ölçüde karşılık geldiğini bilmesinin, yaşam niteliğini artırdığı bulunmuştur. Dolayısıyla, kişinin yaşam amaçlarıyla değer yargıları ne denli örtüşüyorsa, genel iyilik durumu o denli iyidir diye bir çıkarımda bulunulabilir.

Sevginin Üçgen Kuramı

“Sevginin üçgen kuramı” adlı bir kuram vardır. Bu kurama göre sevgi (aşk), yakınlık, tutku ve bağlılık’ın bir bileşiminden oluşur. Yakınlık, sevgilisine ya da eşine kendini açmayı, duygu ve düşüncelerini paylaşmayı içerir. Tutku ise, cinsel ilgi ve istek uyandırmayı içerir. Sevgilisiyle ya da eşiyle ilişkiyi sürdürme kararlılığı da bağlılık olarak tanımlanır.

Bu öğelerin iyi gelişmiş ya da yeterince gelişmemiş olmasına göre sekiz sevgi türü tanımlanmıştır. Her üç öğe de yoksa, buna sevgisizlik adı verilir, yalnızca yakınlığa dayalı bir ilişki “arkadaşlık”tır, yalnızca tutkuya dayalı ilişki “vurulma”dır (çoğu kez “ilk görüşte aşk” olarak hissedilir) ve yalnızca bağlılığa dayalı ilişki ise “boş sevgi”dir (sıklıkla, tutkunun ortadan kalkmasından sonra geriye kalan ilişki biçimidir).

Yakınlık ve bağlılığın karışımı, sevecen sevgiye yol açar; tutkuyla bağlılığın karışımı, anlamsız sevgiye yol açar; yakınlık ve tutkunun karışımı ise coşkulu sevgiye yol açar. Her üçünün de bulunması eksiksiz bir sevginin olması durumudur. Tek bir öğeye dayalı sevginin sürdürülme olasılığı düşüktür…