Bağımlı Kişilik Bozukluğu

“Bağımlı kişilik bozukluğu” olarak adlandırılan kişilik özellikleri olan, başkalarına aşırı bağımlı kişilerin ortak birtakım özellikleri vardır. Bu kişiler,

  • Kendilerine bir yol gösterilmedikçe ve bir güvence verilmedikçe sıradan günlük kararlarını bile veremezler. Genelde kendilerine güvenmezler; başkalarını güçlü, kendilerini güçsüz olarak görme eğilimindedirler.
  • Kendi önemli yaşam alanlarının sorumluluğunu başkalarının almasını isterler.
  • Çekindikleri için, başkalarıyla benzer görüşte olmadıklarını göstermekte ve bunu dile getirmekte güçlük çekerler.
  • Kendi başlarına bir işe girişmekte ya da bir iş yapmakta büyük güçlük çekerler. Özerk davranamazlar. Etkin olmaktansa edilgin olmayı yeğlerler.
  • Yalnız başlarına kaldıklarında ya da yalnız başına kalma düşüncesine kapıldıklarında, bundan büyük bir kaygı duyarlar ve büyük bir sıkıntı yaşarlar.
  • İstenmedik ya da kötü bir olay olduğunda, bunun suçunu hemen üstlenme eğilimi gösterirler.
  • Kendilerini, hep başkalarının beklentilerini karşılamakla yükümlü olarak hissederler. Öne çıkmaktansa, hep başkalarının gölgesinde kalmak isterler.
  • Sürekli olarak, başkalarının onayını alma, başkalarınca onaylanma gereksinmesi içindedirler. Eleştirilmeye son derece duyarlıdırlar. Başkalarınca dışlanmaktan çok çekinirler.
  • Kişisel sınırlarını belirlemekte ve kişisel sınırlarını korumakta büyük güçlükler çekerler.

Kıskançlık

Kıskançlığın bir sevgi gösterisi olduğuna ilişkin yaygın bir kanı vardır ve “Seven insan kıskanır” denir. Oysa kıskançlık önemli bir ilişki sorunudur. Evlilik terapistleri, danışanlarının yaklaşık üçte birinde böyle bir sorun olduğunu söylerler. Benlik saygısının düşük olması, duygusal durum değişkenlikleriyle giden “nevrotik” bir kişilik yapısı, güvensizlik ve sahiplenicilik, eşine bağımlılık, eşine yetersiz gelme düşüncesinden kaynaklanan ilişkide kendini yetersiz bulma algısı ve eşinin kendisini yeterince sevmediği ya da kendisini bırakacağı korkusundan kaynaklanan kaygılı bağlanma biçimi burada etken olabilir. Bütün bu nedenler, kıskanç insanların, eşlerini ne denli sevdikleriyle ilgili değil, bu insanların kendi güvensizlikleriyle, kendilerine güvenmemeleriyle ilgilidir.

Dolayısıyla, kıskançlığın önüne geçmenin en iyi yolu kişinin benlik saygısını artırmasıdır. Kişinin, eşiyle daha büyük bir yakınlık içinde olması gerekir. Bu konu gerçekten onu kaygılandırıyorsa, açık yüreklilikle ve suçlayıcı olmadan, eşinin onu rahatsız eden davranışlarını açıkça ona söyleyebilmelidir. Onu yargılamak yerine güvensizlik duygularını paylaşabilmelidir. Öte yandan, eşinin özel yaşamına ve özgürlüğüne de saygı duyması gerekir. Eşini izleyip durmanın, e-postalarına ve telefonuna bakıp durmanın bir yararı olmayacağı gibi, bütün bunlar, yeni birtakım sorunlara yol açabilecek ve eşinin güvenini yitirmesine neden olabilecektir.

Böyle bir eşle bir birliktelik içindeyseniz, sizin de yapabilecekleriniz vardır. Yanlış anlamalara ya da yanlış anlaşılmalara neden olabilecek durumlardan kaçınmanızda yarar vardır. Kendinize ve ilişkinize olan güveninizi artırmaya çalışmalısınız. Bu konuda eşinizle sağlıklı bir iletişim kurmanız gerekir. Öfkeyle yaklaşırsanız, alaycı bir tutum takınırsanız ya da suçlamalarda bulunursanız, bunlar bir işe yaramayacaktır. Ayrıca, dolaylı değil, doğrudan bir iletişim kurmanız gerekir, ancak düşmanca bir tutum sergilememelisiniz. Duygularınızı sakin bir biçimde dile getirip, nasıl bir çözüm bulunabileceği üzerinde konuşmanız, eşinizde olumlu birtakım duygular uyandıracak ve birlikte bir çözüm yolu bulma arayışına girebilmenizi sağlayacaktır.

Othello sendromu (sanrısal kıskançlık) diye adlandırılan, ayrı bir, ağır kıskançlık durumu daha tanımlanmıştır. Othello sendromu, psikozla giden, bir paranoya türüdür. Birincil olabileceği gibi, daha çok altta yatan bedensel bir hastalığa, şizofreni hastalığına, bunamaya, alkol ya da kokain bağımlılığına ikincil bir durum olarak da ortaya çıkabilir. İlk kez, 1950’li yıllarda, İngiliz psikiyatrist Dr. John Todd tarafından tanımlanmış olan bir hastalık durumudur.

Shakespeare’in Othello adlı oyununda baş oyuncu Othello, Makyavelist “arkadaşı” Iago tarafından, eşi Desdemona’nın kendisini aldattığı konusunda kandırılır. Doğru olmayan bir biçimde, aldatıldığı düşüncesine kapılan Othello, Desdemona’yı öldürür. Iago, daha sonra Othello’ya doğruyu söyler. Bunun üzerine Othello, “Bilgece değil, ancak ‘çoook’ sevdim” diyerek ağıt yakar. Sevgi söz konusu olunca, ‘çoook’ seviyor olmak bilgece değildir ve kişiyi psikoza sokuyorsa sonu ölümcül bile olabilir…

Buradan olmak üzere, kıskançlık sanrısal düzeydeyse, diğer bir deyişle kişinin gerçeği değerlendirmesi ileri derecede bozuksa ve bu durum günlük işlevselliğini ileri derecede bozuyorsa, bir psikiyatrist tarafından, ilaç desteği de verilerek, gerektiğinde, bir psikiyatri hastanesine yatırılarak tedavi edilmesi gerekir.

Peter Pan Sendromu

Peter Pan sendromu, kişinin, kişilerarası ilişkilerinde, işiyle olan ilişkisinde ve sorumluluk almasıyla ilgili genel tutumunda yeterince büyümediğini ve olgunlaşmadığını gösteren bir sendromdur.

Bu kişiler, ilişkiler bağlamında,

  • Yapılacak etkinlikleri, birlikte oldukları kişinin belirlemesini; alınacak büyük kararları, birlikte oldukları kişinin almasını isterler.
  • Ev işlerini savsaklarlar. Bulaşıklar, günlerdir, yıkanmadan, lavaboda birikmiş olarak kalabilir. Giyecek giysileri kalmayana dek, çamaşır sepetindeki giysilerini yıkamak akıllarına bile gelmeyebilir. Eve ısmarladıkları yiyeceklerin kutularını bile çöpe atmaktan erinebilirler.
  • “Gün’ü yaşamayı” yeğlerler ve uzun süreli tasarılar yapma konusunda pek istekli değildirler.
  • Hiç akıllıca olmayan bir biçimde para harcarlar ve kişisel bütçelerini ayarlamakla ilgili büyük güçlükler yaşarlar.
  • Yaşadıkları ilişkinin adını koymak ya da nasıl ilerlediğini tanımlamak gibi konularda duygusal bir varlık olarak kendilerini gösteremezler.
  • İlişkileriyle ilgili sorunları, çözüm odaklı bir biçimde, işlevsel birtakım yollarla çözme arayışında olmazlar.
  • Arkadaşları da, genellikle kendileri gibi, hiç büyümemiş diğer “çocuklar”dır.
  • İşle ilgili konularda,
  • Bir çaba göstermedikleri, üzerlerine düşen işleri yapmadıkları, ağır ve yavaş oldukları ya da işe düzenli gitmedikleri için sık sık işlerinden olurlar.
  • Sıkılmaktan, zora gelememekten ya da baskı altında kalmaktan ötürü işlerini sık sık bıraktıkları olur.
  • Yeni bir iş bulma konusunda gerçek bir çaba göstermezler.
  • Daha çok yarı zamanlı işleri severler ve işlerinde yükselmeye karşı genelde bir ilgileri yoktur.
  • Özel bir alanda kendilerini geliştirmek ve yeni birtakım beceriler kazanmak yerine, iş dünyasında, bir alandan başka bir alana savrulup dururlar.
  • Büyük bir çaba göstermeden, çok iyi yerlere gelebilecekleri beklentisi içinde olurlar.
  • Genel tutumları, duygusal durumları ve davranışsal belirtileri ile ilgili olarak,
  • Genellikle, güvenilir oldukları söylenemez. Onlara en gereksindiğiniz zamanlarda, sizi yalnız bırakırlar, çünkü siz onlar için önemli değilsinizdir. Önemli olan onların ne istedikleridir. Son derece bencildirler. Sözlerini pek tutmazlar.
  • Başkalarının gereksinmelerini gözardı ederler, onların hep kendi öncelikleri vardır ve bunlar öncelenmelidir.
  • Eleştirilmekten ya da bir çatışmaya girmekten çekinirler. En ufak bir çatışmada, “başını alıp gitme”, kendilerini odaya kapatma eğiliminde olurlar. Zorlandıklarında duygusal patlamalar gösterirler.
  • İşler yolunda gitmeyince, birtakım özürler bulma ve başkalarını suçlama eğiliminde olurlar.
  • Kendilerini geliştirmekle pek ilgili değildirler.
  • Kendilerine bakılması gerektiği beklentisi içindedirler.
  • Somut birtakım tasarılar yapmaktansa, kendilerine sürekli yeni bir seçenek sunulmasını beklerler.
  • Yaşadıkları istenmedik duygulardan ya da ağır birtakım sorumluluklardan kaçmak için alkol ya da madde kullanma eğilimi gösterdikleri olur.

İlk kez, 1983 yılında, Psikolog Dan Kiley’in, “Peter Pan Syndrome: Men Who Have Never Grown Up” (“Peter Pan Sendromu: Hiç Büyümeyen Erkekler”) adlı kitabında tanımlanan bu sendrom, daha çok erkeklerde görülen ve 30’lu yaşlardan sonra kendini gösteren bir durumdur. Bu kişilerin, genelde, ileri derecede koruyucu ve kollayıcı, hoşgörülü anababaların olduğu aile ortamlarında büyüdükleri saptanmıştır. Çok hoşgörülü anababalar, çocuklarının davranışlarını pek bir sınır koymazlar. Böyle anababaların çocukları da, yaşları ilerleyince, her ne yapmak istiyorlarsa, bunu yapabileceklerini düşünürler. Bu kişiler, çocukluklarında, yaptıkları yanlışlardan ötürü genelde olumsuz bir geribildirim almamış, dolayısıyla yaptıkları olumsuzluklardan ders çıkarmamış olan kişilerdir. Erken erişkinlik yıllarında, para kazanmak için kendi başına bir varlık olarak çalışma gereği duymamış olan bir kişi, daha sonra da neden çalışması gerektiğini hiçbir zaman kavrayamaz. Öte yandan, aşırı koruyucu ve kollayıcı anababalar, erişkin yaşamının çok korkutucu ve güçlüklerle dolu olduğu izlenimi yaratarak, çocuklarının büyümesine izin vermezler ve bir çocuk gibi kalmalarına neden olurlar.

Diğer yandan, bu kişiler, yaşamı daha “olduğunca”, akışına göre yaşıyor olabilirler ve başkalarının da, yaşamın “küçük zevkler”ini tatmalarını isterler. Sevimli ve çok tatlı insanlar olabilirler. Sorumluluklarını yerine getirmiyor olsalar da, onlarla birlikte zaman geçirmek eğlenceli bile olabilir.

İşin kötü yanı, böyle bir sendromu olan kişiler, kendilerinin ayrımında değildirler. Yargılayıcı olmayan bir terapi yaklaşımıyla, bu kişilerin, yaşam örüntülerini kendilerinin daha iyi anlamaları, içgörü kazanmaları ve kendilerine dışarıdan bakmaları sağlanmaya çalışılır. Ayrıca, genel tutumlarının, kurdukları ilişkiler ve yaşamda gösterdikleri başarı üzerinde nasıl bir etki gösterdiğini görmeleri sağlanmaya çalışılır.

Takıntılı Sevgi Hastalığı

“Takıntılı sevgi hastalığı”, kişinin sevdiğini düşündüğü kişiye ileri derecede takıntılı olması durumu olarak tanımlanır. Kişi, sevdiğini düşündüğü kişiyi, takıntılı bir biçimde, sürekli koruma, hatta onu sahiplenmiş gibi, onu sürekli denetimi altında tutma gereksinmesi içinde olur.

Takıntılı sevgi hastalığının, bir kişiye, tutku derecesinde, aşırı ilgi duyma, onunla ilgili olarak takıntılı düşünceler içinde olma, onu koruma güdüsüyle davranma, onu sahiplenici düşünceler ve eylemler içinde olma, kişilerarası etkileşimleri bağlamında onu aşırı kıskanma ve benlik saygısının düşük olması gibi birtakım belirtileri vardır.

Takıntılı sevgi hastalığı olanlar ayrılmayı bir türlü kabullenemezler. Bu kişilerin gösterdikleri belirtiler, kabul görmediklerinde ya da ilişkileri sonlandığında daha da ağırlaşabilir. Bu hastalığın, sürekli telefonla arama, telefonla süreli ileti (SMS) ya da e-posta gönderme, sürekli bir güvence verilmesi arayışında olma, tek bir kişiye takıntılı olduğu için, arkadaşlarıyla ya da aile bireyleriyle iletişim kurmakta artık güçlük çekiyor olma, takıntılı olduğu kişinin davranışlarını sürekli izleme ve nereye gittiğini ve ne yaptığını denetleme gibi başka birtakım belirtileri daha vardır.

Çevrenizde, “Beni bırakırsan kendimi öldürürüm”, “Sensiz yaşayamam”, “Beni bırakıp gitmene hiçbir zaman izin veremem”, “Sen mükemmel birisin, sensiz yapamam”, “Sen benim varlık nedenimsin”, “Yanımda olmadığında çıldıracakmış gibi oluyorum” diyen biri varsa, böyle bir hastalığının olduğundan söz edilebilir.

Takıntılı sevgi hastalığının tek bir nedeni yoktur ve bağlanma bozuklukları, sınırda (borderline) kişilik bozukluğu, takıntılı kıskançlık, sanrılı kıskançlık, erotomani ve takıntı-zorlantı bozukluğu gibi başka birtakım ruhsal bozukluklara eşlik eden bir durum olarak ortaya çıkabilir.

Böyle bir hastalığı olanlara, bu durumun üstesinden gelebilmeleri için birtakım önerilerde bulunulabilir. Bu kişiler, takıntılı sevdikleri kişiye karşı olan bütün duygularını bir kağıda yazabilirler ve bu duygularını simgesel olarak ortadan kaldırmak üzere, bu kağıdı daha sonra yırtıp atabilirler ya da içlerini döktükleri bu kağıdı yakabilirler; sevdikleri kişiyle bütün “sosyal medya” bağlantılarını kesebilirler; birlikte çekilen fotoğraflar ve verilen armağanlar da içinde olmak üzere, o kişiyi çağrıştıran bütün anımsatıcıları ortadan kaldırabilirler; bileklerine lastik bir bant takabilirler ve zihinlerine böyle bir takıntılı düşünce düşünce, bu bandı çekip bırakabilirler; okumak, yazmak, resim yapmak, bir müzik gereci çalmak gibi, odaklarını dağıtıcı, sağlıklı birtakım eylemlerde bulunabilirler ve başka arkadaşlarıyla zaman geçirerek kendilerini meşgul edebilirler. Ayrıca, bu durumun üstesinden gelebilmek için, psikoterapi görüşmelerine katılmak üzere, uzman bir terapistle iletişime de geçebilirler.

Uymacılık (Konformizm)

Psikolog Lawrence Kohlberg’e göre, törel (ahlaki) değerler ve erdemlilik, çocukluktan ergenlik yıllarına doğru giderek gelişir. Kohlberg’e göre, yaşamın ilk dokuz yılında gelişen törel akıl yürütme döneminde, kurallar değişmez ve kesin (sabit ve mutlak) olarak görülür. Bu düzeyin ilk evresinde (söz dinleme ve cezalandırılma evresi), çocuklar, yaptıkları eylemlerin yanlış ya da doğru olduğunu, cezalandırılıp cezalandırılmadıklarına göre değerlendirirler. İkinci evresinde (bireyleşme ve alıp verme evresi), yanlış ve doğru, getirdiği ödüllere göre belirlenir. Başkalarının da istek ve gereksinmeleri, ancak karşılıklılık bağlamında bir önem taşır. Törel değerler, bu düzeyde, getirdiği sonuçlar ile değerlendirilir. Kohlberg’e göre çocuklar, başkalarıyla etkileşerek, törel değerleri ve saygı göstermeyi, eşduyum yapmayı ve sevgi göstermeyi öğrenirler.

Törel akıl yürütmenin ikinci düzeyi ergenlik yıllarında başlar ve erken erişkinlik dönemine dek uzanır. Davranışlar, bu düzeyde, getirdiği sonuçlardan çok arkalarındaki niyete ya da amacına göre değerlendirilmeye başlanır. Bu aşamanın, genellikle “cici çocuk” evresi olarak adlandırılan ilk evresi, davranışların yararlı olup olmadığı ya da başkalarını mutlu edip etmediği biçiminde sınıflandırılmasıyla başlar. İyi görünmek başlıca amaçtır. İkinci evresinde (yasa ve düzen evresi), “iyi olmak”, yetkeye (otoriteye) saygı ve yasalara uyum gösterme ile denk görülmeye başlanır. Ancak bu tutumun toplumu koruyacağına ve böylece toplumun sağlıklı bir biçimde sürdürüleceğine inanılır.

Törel gelişmenin üçüncü düzeyi, yalın bir uymacılığın (konformizm) ötesine geçmekle sağlanır. Ancak, Kohlberg’e göre, toplumun yalnızca yüzde 10-15’i bu düzeye erişir. Bu düzeyin birinci evresinde (toplumsal sözleşme ve kişisel haklar evresi), insanlar yetkeye saygı duymayı sürdürürler, ancak kişisel haklarının, kendileri için kısıtlayıcı olan yasaların önünde olduğunu giderek anlamaya başlarlar. İnsan yaşamının, yalnızca kurallara uymaktan daha kutsal olduğu ve daha dokunulmaz olduğu algısını geliştirmeye başlarlar. Kişinin kendi vicdanının son yargıç olduğuna ve törel değerlerini ancak kendi vicdanının belirleyebileceğine inanmakla altıncı ve en son evreye (evrensel törel ilkeler evresi) erişilir. Bu evrede, insan haklarının eşitliğine inanma ve buna göre davranma ve başkalarına da saygı gösterme tutumu gelişir. Kişi, yasalara uygun olsun ya da olmasın, kendine özgü törel değerlerini geliştirir. İnsan hakları, adalet ve eşitlik gibi evrensel genel geçer ilkeler adına, bunun için ağır bedeller ödenecek bile olsa, kurallara baş eğicilik tutumundan uzaklaşmanın, gerekirse toplumun çoğunluğuyla ters düşmenin gerekli olabileceği düşünülür.

Solomon Asch, 1950’li yıllarda yaptığı bir dizi deneyle, uymacılık (konformizm) ile ilgili birtakım görüşler ileri sürmüştür. Deneklere, yalın bir algılama deneyine katılacakları söylenmiş; denekler, grupların “yardakçılar”dan oluştuğunu bilmeden gruplara ayrılmışlar. Daha sonra, gruplardan, her bir durumda, doğru yanıtın çok açık olduğu, 18 kartın üzerine çizilen çizgilerin uzunluklarını karşılaştırmaları istenmiş.

Grubun büyük bir çoğunluğu yanıt verdikten sonra, “gerçek” deneğin yanıt vermesi istenmiş ve yapılan altı denemede de “yardakçılar” bilerek yanlış yanıt vermişler. Denemelerin üçte birinden daha çoğunda, katılımcılar, çoğunluk görüşüne uymak için açıkça yanlış yanıt vermişler ve katılımcıların dörtte üçü bunu en az bir kez yapmış. Kimi katılımcılar, daha sonra yapılan bireysel görüşmelerde, verdikleri yanıtların yanlış olduğunu bildiklerini, ancak başkalarına benzer yanıt vermek istediklerini, çünkü başkalarından değişik ya da aptalmış gibi görünmek istemediklerini söylemişler. Diğerleri, yanlış yanıtlar verdiklerinin ayrımında bile olmadıklarını bildirmişler.

Uymacılık’ın (konformizmin), grup birlikteliğini pekiştirmede yararlı bir toplumsal işlevi vardır. Grubun amaçlarına erişmesine yardımcı olabilir, ancak bunun olumsuz birtakım etkileri de olabilir. Asch’in uymacılık deneyleri, bireylerin, çoğunluğun görüşü olarak algıladıkları görüşlere katılmaya kendilerini inandırabileceklerini göstermiştir. İnsanlar, gruptan ayrı düşmemek adına, yanlış ve akılcı olmayan düşüncelere kapılabilmektedirler. Psikolog Irving Janis de, gruba uyma baskısının kesin boyun eğmeye (mutlak itaat’e) ve akılcı düşünmekten uzaklaşmaya yol açabileceği üzerinde durmuştur. Böylece, yanlış olsa bile, verilen kararlar ortak bir akılla desteklenir ve daha sonra grup, kendisinin bir yanlış yapabileceğini düşünmemeye başlar. Ortak akıl, içlerindeki “kara koyun”u dışlamaya çalışır ve diğer gruplara karşı savaş açar. Bundan kaçınmanın yolu, görüşleri tartışmaya açabiliyor olmak, birilerinin “şeytanın avukatlığı”nı yapmasına izin vermek ve grup dışından birilerinin görüşlerine de başvurmaktır. Toplumumuzun kimi kesimlerinde olduğu gibi, kendi doğrularının en doğru olduğunu düşünen kapalı gruplarda bunlar ne yazık ki yapılamamaktadır.

Toplumsal gruplarda uymacılık (konformizm) isteği, insanların kişisel değerlerinin ve inançlarının da önüne geçebilmektedir. Boyun eğiciliğin (“itaat ve biat”, “şakşakçılık”) de benzer bir etkisi var gibi görünmektedir. Stanley Milgram’ın ünlü deneyler dizisinde, bütün katılımcıların, yalnızca kendilerine öyle söylendiği için, hiçbir suçu olmayan insanlara elektrik şoku uygulayabilecekleri gösterilmiştir. Bu deneyler, insanların, yetke (otorite) olarak tanıdıkları kişilerin buyruklarına koşulsuz uymaya, bunlara boyun eğmeye yatkın olduklarını göstermiştir. Milgram’a göre, insanlar, toplumsal durumlarda iki yoldan birini seçerler. Ya özerk davranarak, sorumluluk alıp sonuçlarına katlanırlar ya da başka insanların “maşa”sı olarak davranıp, sorumluluğu kendilerince başkalarının üzerine atarlar. Ancak bir başkasının “maşa”sı olarak davranmadan önce, onun yetkesini, törel ve yasal olarak tanımış olmaları gerekir. Ancak bir “aidiyet” arayışı içinde olan kişiler için bu yolu seçmek hiç de öyle güç olmaz.

Asch ve Milgram’ın yaptığı deneyler, insanların, uymacılık ve boyun eğme tutumlarının, özdeğerleriyle ve temel yerleşik inançlarıyla çelişen birtakım davranışlarda bulunmalarına neden olabileceğini göstermiştir. Zimbardo da, tutukevi deneyinde, iyi insanların nasıl kötü işler yapabildiklerini göstermiştir. Bu deneyde, gardiyan ve tutuklular, kendilerine biçilen değerlere ve verilen görevlere büyük uyum göstermişlerdir. Gardiyan konumunda olanlar giderek sertleşmişler ve görevlerini kötüye kullanmaya başlamışlar; tutuklular baş kaldırmışlar, ancak çok büyük bir sıkıntı içine düşmüşlerdir. Zimbardo’nun çalışması, durumsal baskıların ne denli önemli olabileceğini göstermiştir. Zimbardo’ya göre insanlar, doğru ya da yanlış durumsal baskılar altında her tür eylemde bulunabilirler. Sıradan insanlar, kendilerine verilen toplumsal konuma hızla uyum sağlamaktadırlar. Kendilerini alt konumda bulduklarında, üst konumdakilere ya da yetke konumundakilere boyun eğmektedirler; ancak, toplumsal bir yetke konumuna getirilirlerse, yalnızca sahip oldukları gücü kullanmakla kalmamakta, çoğu zaman bunu kötüye de kullanmaktadırlar. Kişinin “birey”liği bir kez elinden alınınca, davranışları üzerinde toplumsal ya da kurumsal birtakım baskılar kurulabilmektedir. Bireyliğinden koparma sürecinde, kişinin kişisel kimliği göz ardı edilerek, toplumsal konumunun ve durumunun, önceden tanımlanmış gerekliliklerine göre davranması sağlanabilmektedir. Öte yandan, inandırılma (ikna) edilme ile ilgili çalışmalar, akılcı tartışmalardan çok duygusal yaklaşımlarla insanların daha kolay inandırabileceğini göstermiştir.

Sonsöz: “Kalabalıkla birlikte yanlış yöne gitmektense, tek başına yürümek daha iyidir…”

Dönekliğin Psikolojisi

İlkesizlik, tutarsızlık ve dönekliğin da birtakım ruhsal (psikolojik) nedenleri vardır…

İlkesiz, tutarsız ve dönek insanlar, genelde, yaşamdan ne beklediklerini bilmezler; son derece kararsızdırlar. Yeni bir görüş ya da düşünce ile karşılaştıklarında birden bir yön değiştirebilirler.

Bu kişilerin, genellikle, benlik saygıları düşüktür. Benlik saygısı yüksek olan, kendisini koşulsuz seven ve kendisine saygısı olan kişilerin dönek oldukları pek görülmemiştir. Benlik saygısı yüksek olan kişiler, başkaları yollarına çıksa da, başkaları onları aşağılamaya kalksa da, kararlılıklarını sürdürebilecek bir özgüvene sahiptirler. Oysa, benlik saygısı düşük olan kişiler, başkalarından kabul görme gereksinmesi içinde kolaylıkla yollarından dönebilirler.

Kimi insanlar, bir türlü kendileri olamazlar; kendilerini, özdeşim kurdukları kişi ya da grupla birlikte tanımlarlar. Bireyleşememişlerdir… Gücü, kendilerinden, kendi donanımlarından ya da kendi yeterliklerinden almazlar. Ancak bir başkasına ya da başkalarına yaslanırlarsa kendilerini güçlü hissederler. Bu yüzden, ancak başkalarının gölgesinde yaşayabilirler. Dolayısıyla, yalnızca birilerine yandaş olabilirlerse var olabilecekleri düşüncesi içinde olurlar… Kendi başlarına bir karar alamazlar. Hiçbir konuda kendi görüşleri yoktur. Hiç düşünmeden başkalarının peşine takılırlar. Peşine düştükleri kişi, her ne yolda gitmelerini onlara söylerse, onlar da o yolda giderler. Kendilerine buyrulanları, örtük ya da açık bir biçimde verilen komutları hiç sorgulamazlar; bunları, hiç tartışmasız, doğru olarak kabul ederler. Yandaşların ortak kişilik özellikleri, düşük benlik saygısı, aşırı bir başarısızlık korkusu ve büyük bir kabul görme gereksinmesidir.

Kimi insanlar da gerçekçi olmayan beklentilerinden ötürü dönektirler. Yüksek beklentiler birtakım sorumlulukları da birlikte getirir. Bu sorumluluklarını yerine getiremeyecek gibi olduklarında dönek olmayı yeğlerler. Dönerek istediklerini elde etme kolaycılığına başvururlar.

Kendilerini güvende hissetmeyen ve sürekli bir kabul görme gereksinmesi duyan insanlar, yalnızca bu gereksinmeleri karşılansın diye, duruma göre, günübirlik değişen, ilkesiz, tutarsız ve dönek tutumlar sergilerler. Altından kalkamayacaklarını düşündükleri sorumluluklara girmek yerine, kendinden vazgeçerek, “günü kurtarmak”, dönekliğin diğer bir nedenidir. Hiçbir zaman “Bugünlerin yarınları da var” demezler, diyemezler. Tutarlı bir çizgi izleyemezler.

Bu gibi insanlar için toplumsal konum, güç ve para çok önemli değerlerdir. Onlar için önemli olan, dışarıdan nasıl göründükleri ve başkalarının onlar için ne düşündüğüdür. Kendine değer vermeyen insanlar, ancak başkalarından değer gördüklerinde kendilerini değerli hissederler. Bu kişiler, başkalarından kabul görmeyi çok önemserler ve bunun için iyi bir toplumsal konumda olmayı, güçlü olmayı ve varsıl olmayı isterler. Benlik saygılarının düşük olması ve kendilerini güvensiz hissetmeleri de kolayca döneklik yapmalarına neden olur. Kendileri, kendi başlarına yapamayacakları, yetersizliklerinden ötürü kendi ayaklarının üzerinde duramayacakları için, hak etmedikleri bir konuma getirilerek, dolayısıyla güç sağlanarak ve para verilerek, bu kişilerin kolayca “dönme”si sağlanır.

Ancak dönekler, duruşlarını değiştirerek kendilerine birtakım olanaklar sağlarlarken kendilerini de kullandırırlar. Ancak bir gün gelir ki, artık kullanan kişi ya da kişilerin gözünde de “bir işe yaramaz” olurlar ve aşağılanırlar; çünkü kolay döndürülen kişi, kullananın gözünde de gerçekte değersizdir. Ancak kullanılıp atmaya değerdir. Bu da, kendilerini çok kötü hissetmelerine neden olur ve büyük çökkünlükler yaşarlar. Dolayısıyla, her zaman ilkeli olmak, ilkelerinden ve temel değerlerinden yola çıkarak, tutarlı bir duruş sergilemek; -miş gibi değil, kendi olmak; kendini olduğu gibi kabul ederek, kendini sevmek ve kendine saygı duymak, kişinin ruh sağlığı açısından kaçınılmaz gerekliliklerdir.

Son olarak, Oscar Wilde’in güzel bir sözüne gönderme yapmak istiyorum: “Kendiniz olun, başka herkes kapıldı…”

Atatürk’ü Sevmek

Atatürk’ü sevmek demek ne demektir?..

Kendisi, “Büyük ölümlere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir” demiştir…

Atatürk artık bizim için bir simgedir…

  • Atatürk’ü sevmek demek, akılcı düşünmek demektir. “Ben, manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, eleştirel, sorgulayıcı, bilimsel düşünmek demektir. “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit bilimdir, fendir.” “Eğer bir gün, benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, özgür düşünmek, özgürlükçü, bağımsız ve demokrat olmak demektir. “Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerleyişin ve kurtuluşun anası hürriyettir.” “Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş düzene girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise, ancak bireyin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü girişimde bulunmak serbestisine sahip olmakla mümkündür.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, ilkeli, tutarlı ve kararlı olmak demektir. “Zafer ‘zafer benimdir’ diyebilenin, muvaffakiyet, ‘muvaffak olacağım’ diye başlayanın ve ‘muvaffak oldum’ diyebilenindir.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, çalışkan ve üretken olmak demektir. “Milli hedef belli olmuştur. Ona ulaşacak yolları bulmak zor değildir. Önemli olan, çetin olan o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz. Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Toplumsal hastalıklarımızı incelersek temel olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık keşfedemeyiz; hastalık budur. O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı bir şekilde tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu olan refah ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, ülkesini sevmek, yaşadığı ülkenin çağdaş uygar ülkeler arasında yerini almasını sağlamaya çalışmak, çok çalışmak demektir. “Hedefiniz muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve onu geçmektir.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, kendiyle barışık, dünyayla barışık olmak demektir. “Yurtta barış, dünyada barış.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, anamız, bacımız, eşimiz, kızımız olan kadına değer vermek demektir. “Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, geleceğimiz olan çocuklara ve gençlere değer vermek demektir. “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, bu ülkenin kurucuları başta olmak üzere, atalarımıza gönül borcu duymak, onlara saygı duymak, onları anmak demektir. Atamızın ölüm yıldönümlerinde, bir hastalık uydurmayıp, kendisine saygı duruşunda bulunmak demektir.
  • Atatürk’ü sevmek demek, ahlaklı ve vicdanlı olmak demektir. Çalmamak, çaldırmamak demektir. “Bir millet, zenginliğiyle değil, ahlak değeriyle ölçülür.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, edebiyat ve sanat gibi değerlerinin olması demektir. “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, iyimser olmak demektir, zorluklar karşısında yılmamak demektir. “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.“

Atatürk, yaşıyor olsaydı, bunları görmek ister, sevildiğini ancak böyle anlardı… Seni çok seviyoruz ve bunu, yaşayarak ve yaşatarak göstermeye çalışıyoruz, seni putlaştırarak değil…

Aidiyet

Bütün kültürlerde ve altkültürlerde, insanlığın ortak özelliklerinden biri “aidiyet” ve başkalarınca kabul görme gereksinmesidir. İnsanların, aileleriyle, ortak yönleri olan arkadaşlarıyla, benzer eğlence uğraşı (hobisi) olan kişilerle, aynı takımı tutanlarla, aynı dinsel inancı taşıyanlarla ve benzer siyasal görüşü olanlarla bir arada olmak istemelerinin, birlikte zaman geçirmelerinin başlıca nedenlerinden biri budur.

Ünlü psikolog Abraham Maslow’a göre, insanın “kendini gerçekleştirme”si için gerekli olan beş temel gereksinmeden biri aidiyet gereksinmesidir. Beslenme ve uyku uyuma gibi fizyolojimizle ilgili gereksinmelerimizden ve güvenlik gereksinmemizden hemen sonra gelen gereksinmemiz budur.

Aidiyet duymanın birtakım ruhsal ödülleri vardır:

  • Gereksinilmek yaşama anlam katar: Belirli bir gruba ait olunca gereksiniliyor olmak, yaşama daha çok anlam katar ve kişinin yaşama isteğini artırır. Aidiyet gibi dış etkenlerden bağımsız olarak, kişinin yaşamak için güçlü kişisel nedenlerinin, içsel bir anlamının olması en iyisidir, yoksa yaşama bağlanma bağlamında çok kırılgan olabilir; ancak birçok insan için, ancak yüksek aidiyet önemli bir yaşam nedeni olur.
  • Bir gruba ait olmak, kişinin benlik saygısını artırır: Özellikle ait olunduğu hissedilen grup birtakım başarılar gösterirse, kişinin benlik saygısı da bununla birlikte artar (kişinin tuttuğu takım bir gol attığında, “Nasıl gol attık!..” demek gibi…). Kişi, ait olduğunu hissederse, bu durum, sevildiği ve istendiği duygularını da birlikte getirir, dolayısıyla kişi kendisini daha değerli hisseder. Daha iyisi, kişinin yüksek bir aidiyet duygusu taşımadan, kendini, bir koşula bağlamadan, içten içe değerli hissetmesidir. Bu da, büyük ölçüde, kendine güven ve kendini koşulsuz kabul ederek kendini sevme ile sağlanabilecek bir durumdur, ancak çoğu insanın bunu başarabildiği pek söylenemez.
  • Ait olunan grup bir kimlik algısı yaratır: Daha doğrusu, kimlik algısının, dış etkenlerden değil, kişinin kendi içinden gelmesidir; ancak çoğu kişi, ait olduğu grupla birlikte bir kimlik bulur. Ait olduğu grup ona bir kimlik verir. “Sen kimsin?” diye sorulacak olursa, çoğu kişi, kendisini, işi, dini, etnik kökeni gibi aidiyetleriyle tanımlar. Ancak kişinin gerçek kimliği bunların hiçbiri değildir. Kişinin gerçek kimliği, çok kendine özgü ve ancak kendi içinde bulabileceği bir tanımdır. Kişinin, biricik ve eşsiz olduğu gerçeği, en büyük gerçekliktir.
  • Bir gruba ait olmak, destek gördüğü duygusu verir ve bir güç sağlar: En iyisi, gücü başkalarından değil, kendinden almaktır; ancak insanlar kendilerini, kendi başlarına güçlü hissedene dek ya da güçlenene dek, belirli değerleri savunan bir gruba ya da gruplara ait olarak ve bunlara büyük bir sevgi besleyerek ayakta durabildiklerini düşünürler. Bundan güç alırlar.
  • Bir gruba ait olmak, kişinin yaşamını yönlendirir: İnsanlar, yaşamda ne yapmak istediklerini bilemedikleri, nasıl bir yönde ilerlemelerinin daha doğru olduğunu kestiremedikleri zaman, ait oldukları grubun diğer üyeleriyle bir toplumsal karşılaştırma yaparak, kimi zaman da onlarla bir özdeşim kurarak kendilerine bir yön çizerler.
  • Benzer değerler taşıyan gruplar, kişinin kendisini daha kolay ifade etmesini sağlarlar: Kişinin kendini özgürce ifade edebiliyor, dışa vurabiliyor olması ruh sağlığı için bir gerekliliktir. Bununla birlikte çoğu insan, ancak yüksek aidiyet gösterdiği grupların sağladığı ortamlarda kendilerini ifade edebilme yürekliliği gösterebilirler. Başka ortamlarda kendilerini büyük bir baskı altında hissederler.
  • Bir gruba ait olmak, dış dünyaya bir anlam katar: İnsanların dış dünyayı nasıl tanımladıkları, gerçekte kendilerinin bir dışavurumudur. Yüksek bir aidiyet üzerinden, dünya ile ilgili (olumlu ya da olumsuz) basmakalıp birtakım düşüncelere sahip olmak, insanların dünyayı algılamalarını kolaylaştırır. Benzer aidiyetleri olanlar, böyle bir kolaycılık içinde, dünya ile ilgili benzer çıkarımlar yaparlar.

Bir toplumda, bir kesim insanın, giderek yoksullaşmasına ve nitelikli yaşam ölçülerini giderek düşürmek durumunda kalmasına karşın, siyasal tercihini değiştirmiyor olmasının altında yatan önemli nedenlerden biri, yüksek aidiyet duygusunun olması ve böyle bir aidiyet duygusu bağlamında bir kimlik buluyor olmasıdır. Özdeşim kurarak yarattığı bu kimliğinden de bir türlü vazgeçemiyor olmasıdır. Çünkü, onun için, yarattığı bu kimlik algısından vazgeçmek demek, kendinden vazgeçmek demektir. Belki de, Maslow, günümüzde yaşasaydı, kendini gerçekleştirme aşama sırasını bu bağlamda değiştirir ve aidiyeti, aç kalmama gibi temel bir insan fizyolojik gereksinmesinin önüne bile çekerdi…

Rahatlık Alanı

Rahatlık alanı (İngilizce’si “comfort zone”), herhangi yeni bir girişimde ya da atılımda bulunmayı göze almadığımız, alışageldik eylemlerimizi ve alışkanlıklarımızı hiç değiştirmeden sürdürdüğümüz güvenli bir yerdir, ancak bu yerde kaldıkça bir gelişme de sağlayamayız. Burası, yalnızca bir yer olmaktan çok zihinsel bir kavramdır. Bizi sarıp sarmalayan güvenli bir alan olmakla sınırlı kalmayıp, günlük, sıradan tutum ve davranışlarımızı ve düşünce biçimimizi de kapsayan bir alandır.

Değişme ve gelişme, ancak rahatlık alanının dışına çıkılabilirse gerçekleşir. Ancak bir de, aşırı korku duyulan bir panik alanı vardır. Dolayısıyla, rahatlık alanının ne olduğu ve bunun sınırlarının dışına çıkınca bizi neler beklediği ile ilgili bilgi sahibi olarak yaşamımızda bir denge kurabiliriz.

Rahatlık alanı kavramı, psikologlar Robert M. Yerkes ve John D. Dodson’ın, 1908 yılında yaptıkları deney sonucunda, göreceli rahatlık durumunun, durağan bir başarım (performans) düzeyine neden olduğunu açıklamalarına dayanır. Bu biliminsanları, başarımı artırmak için, kendi rahatlık alanımızın dışına çıkarak, belirli düzeyde bir kaygı yaşamamız gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Buna da “Yerkes-Dodson Yasası” adı verilmiştir. Bu kurama göre, belirli bir amaca ulaşma isteği ve çabası, başarı beklentisi ya da belirsizlik düzeyi % 50 gibi bir orana ulaşana dek giderek artar; ancak bu oranın üzerine çıkınca yılgınlık başlar, istek ortadan kalkar ve kaygı düzeyi, kişinin dengesini sarsacak ve yanlış yapmasına neden olacak denli yükselir ve panik duygusu ortaya çıkar.

Rahatlık alanı, oturma odamızdaki geniş koltuğumuz gibidir. Dışarıya çıkıp yeni bir arayışa girmektense, bu koltukta oturmayı ya da bu koltuğa uzanmayı yeğleriz. Yıllarca aynı işi sürdürürüz, hep alışageldiğimiz yerlerden alışveriş yaparız, gittiğimiz restoranları hiç değiştirmeyiz, tatil için her yıl aynı yere gideriz, hep aynı insanlarla görüşürüz. Bu, bizim, eleştirilmeye karşı verdiğimiz genel bir tepki yoludur, birtakım eylemlere girişmeyi göze almayı gerektirecek fırsatları nasıl değerlendirdiğimizdir, hatta yakınlarımızla ilişki kurma biçimimizdir…

Rahatlık alanı, kendimizi güvende hissettiğimiz ve kaygı ya da korku duymadığımız ruhsal bir durumdur. Tam olarak bildiğimizi ve her konunun denetimimiz altında olduğunu düşündüğümüz bir yerdir. Bizi ne beklediğini bildiğimizi “sandığımız” bir yerdir. Belirsizliği en aza indirerek, her şeyin az ya da çok denetimimiz altında olduğunu hissederiz, dolayısıyla bu alanda güvende olduğumuza inanırız.

Bu alanda kalabilmek için hiçbir yeni girişimi göze alamayız ve belirsizliklerden uzak durmaya çalışırız. Bu da yaşama karşı edilgin bir tutum takınmamız anlamına gelir. Gerçekte, güvende olma duygusu, bedel ödeten bir duygudur; böyle olunca yaşam coşkumuzu da yitirir, tekdüze ve duygusuz bir yaşam süreriz. Belirli yerlere takılakalmanın, belirli alışkanlıkların dışına çıkamamanın, belirli gelenek ve göreneklerin dışında davranamamanın ve bir biçimde bir yenilik getirecek her türlü yeni durumdan kaçınmanın nedeni budur; çünkü bunlar bir anlamda bir belirsizliktir ve yeni bir kargaşa doğuracaktır. Bu yüzden, üstesinden geldiğimizi düşündüğümüz bir rahatlık alanımız olduğunu söyleriz, oysa bu alan bizim üstemizden gelir. Rahatlık alanı, gerçekte, artık çok rahat bir alan olarak kalmayabilir. Korkudan kaçma, başarısızlık ya da bilinmezlik korkusu duyma alanı olur. Montaigne’in deyişiyle, “Acı çekmekten korkan kişi, korktuğu şeyin acısıyla zaten kıvranıyordur.” Öte yandan, “Limanda duran gemiler de güvendedir, ancak gemiler limanda durmak için yapılmamışlardır.”

Rahatlık alanımız, bizim yıllar içinde yavaş yavaş edindiğimiz bir alan olduğu için çoğu zaman bunun içinde tutuklu kaldığımız gerçeğinin ayrımında bile olmayız. Alışkanlıklarımıza ve yaşam biçimimize öyle alışmışızdır ki, bütün bunların gelişme gizilgücümüzü (potansiyelimizi) nasıl sınırlandırdığının ayrımında da değilizdir. Oysa, “Bir kuşun ötmeye başlayabilmesi için, önce kabuğunu kırması gerekir.”

Rahatlık alanımızın dışına çıkmamızın gerekli olduğunu gösteren birtakım belirtiler vardır:

  • Bu alanda kaldıkça, sahip olduğumuz bakış açısının bize yaşattığı duygular çok sığ kalır. Yaşamı dolu dolu yaşayamayız.
  • Büyük bir ilgisizlik ve isteksizlik içinde oluruz, hiçbir yeni tasarı bizi yeterince coşkulandıramaz.
  • Yeni birtakım görüş ve düşüncelere kapalı oluruz, bütün bunların temel inanç dizgemize (sistemimize) aykırı geldiğini düşünürüz.
  • Herhangi yeni bir girişimde ya da atılımda bulunmaktan korkarız, bunları göze alamayız; kazanacak olmaktan çok, yitirecek olduğumuz düşüncesiyle, karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmek istemeyiz. Oysa, “Büyük başarısızlıklar, yitirmeyi göze alanlarda değil, göze almayı başaramayanlarda görülür.”
  • Aylardır ya da yıllardır aynı şeyleri yapıyor oluruz, yeni şeyler denemenin yarattığı hazzı unutalı çok olmuştur. Yalnızca sağkalmayı sürdürürüz.
  • Toplumdan kopmuş gibiyizdir ve her şey bize anlamsız gelir, çünkü yaşamımızın olağan günlük akışında bizi coşkulandırabilecek bir şeyi artık bulamayız. “Yalnızca ölü balıklar akıntıya kapılırlar” deyişi bağlamında kalmışızdır.
  • Yaşamımıza yeni bir renk katacak, yeni bilgiler edinmez ya da yeni beceriler kazanmayız. Yaşadığımız biçimiyle iyi olduğumuzu düşünürüz, ancak çok derinlerde, çok büyük bir boşluk içindeyizdir. Nelson Mandela bu konuda şöyle demiştir: “Hiçbir zaman yitirmem, ya kazanırım ya da öğrenirim.”

Rahatlık alanının dışına çıkmanın birçok iyi yanı vardır:

  • Zor günler için iyi bir hazırlık yapmış oluruz. Rahatlık alanında kendimizi güvende hissetmek, bizi, beklenmedik bir biçimde ortaya çıkabilecek ve büyük belirsizlikler taşıyabilecek olan, olası yaşam sorunlarından korumaz. Değişikliklere alışmış değilsek, bu gibi sorunlar bizi altüst edebilir, hatta birtakım ruhsal sorunlara neden olabilir. Rahatlık alanının dışına çıkabilmiş insanlar, yeniliklerle baş etmeyi öğrenmişlerdir ve ruhsal açıdan daha donanımlı olmuş olarak, öngörülemeyen olayları ve belirsizlikleri daha iyi yönetirler. Çünkü, güçlükler güçlendirir.
  • Daha yaratıcı oluruz. Rahatlık alanı, bildiğimiz bir alandır, bildiklerimizle sınırlıdır. Dışarıda, keşfedilmesi gereken başka bir dünya daha vardır. Rahatlık alanında büyük görüşler ya da yeni buluşlar yoktur. Yaratıcılık için esin kaynağı olmak üzere, bilinenin ötesine geçmek gerekir. Ancak böyle, yeni görüş ve düşünceler yaratabiliriz, ancak böyle geçmiş sorunlara yeni bir bakış açısıyla bakabilir ve olaylar arasında özgün bağlantılar kurabiliriz.
  • Daha üretken oluruz. Rahatlık, üretkenliği öldürür, çünkü zamanında yetiştirmeye çalışma ve beklentileri karşılama ile ilgili belirli ölçüde bir kaygı duymazsak, ortalama sonuçlar almak üzere, gerekenin en azını yapmaya eğilim duyarız. Diğer bir deyişle, rahatlık alanında kalmak, bizi ortalamaya yakınlaştırır ve kendimizle, olduğumuz haliyle, yetinmemize yol açar, dolayısıyla kendimizi geliştiremeyiz. Kimi zaman, yapmaktan en çok korktuklarımız, bir kez yapmayı göze alınca, en büyük kazanımlarımız olur. “Yüreklilik, hiç korkmuyor olmak değil, korkuyu yenebilmek” olarak tanımlanır.
  • Sınırlarımız daha da genişler. Rahatlık alanının dışına bir kez çıkınca, bu alan genişler, diğer bir deyişle değişmeye daha açık oluruz. Böyle bir tutumu benimsemek, belirli düzeyde bir kaygıyla, çok rahatsızlık duymadan, baş etmemizi sağlar.
  • Kendimize güvenimiz artar, özgüven kazanırız. Rahatlık alanının dışına çıkmak bir ölçüde korkutucudur, ancak bunu yapınca ve amaçlarımıza ulaşınca, kendimize olan güvenimiz artar ve kendimizi daha güçlü hissederiz. “Gerçek başarı, başarısızlık korkusunu yenmektir.” Bunun yanı sıra, engelleri aşmak için gösterdiğimiz çaba, bize yeni birtakım baş etme becerileri kazandırır ve bu da güçlüklerle baş etme donanımımızı artırır. “Engeller, sıradan insanlar, sıradışı olsunlar diye tanınmış fırsatlardır” diye bakılabilir. Ayrıca, “Hiçbir engeli olmayan bir yol bulduysanız, büyük bir olasılıkla hiçbir yere çıkmayacaktır.”
  • Kendimizi daha canlı ve yaşam dolu hissederiz. Rahatlık alanımızın dışına çıkınca yeni insanlar tanır ve yeni deneyimler yaşarız. Kimi, istenmedik deneyimler yaşamış olsak bile, yaşadığımız güzel yaşantılar bize itici bir içsel güç verir. Zamanla içimizdeki boşluğun ortadan kalktığını, çünkü yaşamdan daha çok zevk aldığımızı görürüz.
  • Daha iyi yaş alır, daha güzel yaşlanırız. Yapılan bütün çalışmalarda, rahatlık alanının dışına çıkabilenlerin, yaşlandıkça bilişsel yetilerini daha iyi koruyabildiklerini göstermiştir. Zihni etkin tutmak ve yeni birtakım eylemlerde bulunmayı göze almak, hem zihinsel olarak, hem de toplumsal olarak önemli birer uyarı kaynağıdırlar. Dolayısıyla, rahatlık alanının içinde kalmak, kendini geliştirme alanına geçememek demektir. Yaşamda en büyük pişmanlıkları, genelde, yaptıklarımızdan ötürü değil, yapmadıklarımızdan ötürü duyarız.

Ancak, rahatlık alanının dışına çıkarken yaşanacak kaygıyı denetim altında tutmak gerekir. Her bir kezde bir adım atılması gerekebilir. Yaşadığımız kaygı ya da korku çok yoğun olursa belirli bir süre durmak gerekebilir.

Rahatlık alanının dışına çıkmak önemlidir, ancak bunu bir takıntı haline getirmemek de gerekir. Sürekli bir biçimde rahatlık alanının dışında yaşanamayacağını göz önünde bulundurmak gerekir. Zaman zaman kendimizi güvende hissettiğimiz alana geri dönüp, yaşadığımız deneyimleri ve yeni yaşantılarımızı düşünmek ve bunların “demlenmesini sağlamak” ve işlemek yararlı olur. Sürekli olarak rahatlık alanımızın dışında kalırsak, yeni olaylar, yeni yaşantılar ve deneyimler artık bizi etkilemez olur ve artık bizi coşkulandırmaz, çünkü bunların ortaya çıkartmış olduğu “adrenalin”e alışırız ve buna bile giderek duyarsızlaşırız. Dolayısıyla, çok kısa bir süre içinde, çok sıradışı olan olaylar, sıradanlaşmaya başlar.

Unutmamamız gerekir ki, “Yüzleşmediğimiz korkularımız, bizim sınırlarımızı belirler” ve “Gerçek yaşam, rahatlık alanımızın dışına çıkınca başlar”… Rahatınızı bozun, daha rahat edeceksiniz…

Sorun Çözme Yönelimi

Sorun, genel anlamıyla, istenmedik bir durum karşısında, işlevsel bir sonuç elde etme amacı güderken, bu amaca yönelik olarak gösterilen düşünsel, davranışsal ve duygusal tepkilerin, amacına ulaşmak için yetersiz kalması olarak tanımlanabilir. Gösterilen tepkinin yetersizliği, kişinin kendinden kaynaklanabileceği gibi birtakım dış etkenlerden de kaynaklanmış olabilir.

Gerçekte, soruna bakış açımız, sorunun kendisidir. Çoğu zaman, sorunun kendisi gerçek bir sorun değildir, soruna karşı gösterilen tutum bir sorundur. Bütün kuşlar yağmurda sığınacak bir yer bulurlar, ancak kartallar bulutların üzerinde uçarak yağmurdan kurtulurlar. Sorunlar geneldir, ancak fark yaratan, gösterilen tutumlardır. Nasıl düşünürsek, öyle ele alırız. Sorun yaratan düşünce biçimi, çözüm getiremez. Diğer bir deyişle, belimizi büken, taşıdığımız yük değil, onu nasıl taşıdığımızdır. “Suya düştüğümüz için değil, sudan çıkamadığımız için boğuluruz.”

Bu bağlamda insanlar, sorunlara yaklaşımları açısından, “sorun çözmeye olumsuz yönelimi olanlar” ve “sorun çözmeye olumlu yönelimi olanlar” olarak birbirlerinden ayırt edilebilirler.

Sorun çözmeye olumsuz yönelimi olan insanların özellikleri şunlardır:

  • Bu kişiler, soruna kendilerinin neden olduklarını düşündükleri için, kendi kendilerini suçlama eğiliminde olurlar. Asıl soruna odaklanmaktan çok, kendilerinde bir eksiklik olduğunu düşünürler (örn. “beceriksiz’’, ‘’yetersiz’’, ‘’yeteneksiz’’, ‘’talihsiz’’ olduklarına inanırlar).
  • Bu kişiler, sorunu, genel iyilik ve esenlik durumları için göz korkutucu bir durum olarak algılama eğiliminde olurlar; dolayısıyla hemen ondan kaçmaya ya da çözüm için herhangi bir tasarı kurmadan, buna karşı saldırıya geçmeye kalkışırlar. Sorunu başarıyla çözemeyeceklerine odaklanarak, olası olumsuz sonuçları abartırlar ve bunları korkunçlaştırırlar. Oysa, “Fırtınalar, ağaçların kökünün daha derinlere inmesini sağlarlar” ve bir İngiliz atasözünde söylendiği üzere “Dalgasız denizlerde iyi denizci olunmaz”.
  • Bu kişilerin, sorunun üstesinden gelme beklentileri, yukarıda sayılan nedenlerden ötürü düşüktür, bu yüzden sorunu çözmeye kalkışmadıkları gibi başkalarından yardım isteme girişiminde de bulunmazlar.
  • Bu kişiler, sorunu, yeterli birinin, çok çaba harcamadan hemen çözmesi gerektiği düşüncesi içindedirler. Bunu yapamıyor olmalarını da bir yetersizlik kanıtı olarak değerlendirirler. Ayrıca, bağımsız, çaba harcanan sorun çözme etkinliğine bir değer vermezler. Bir başkasının sorunu çözmesini yeğlerler. Oysa, “Sorumluluklarımızdan kaçabiliriz, ancak sorumsuzluklarımızın sonuçlarından kaçamayız”. Diğer bir deyişle, gerçekleri görmezden gelebiliriz, ancak görmezden geldiğimiz gerçeklerin sonuçlarını göz ardı edemeyiz.

Sorun çözmeye olumlu yönelimi olan insanların özellikleri ise şunlardır:

  • Bu kişiler, sorunları, genelde, olağan, sıradan ve yaşamın kaçınılmaz durumları olarak görürler. Sorunların, kendilerindeki bir eksiklikten kaynaklanmak zorunda olmadığını düşünürler. Sorunlar, çevresel koşullardan ya da değiştirilebilir kişisel birtakım etkenlerden (deneyimsizlik, kararsızlık gibi) kaynaklandığında, bu durumu doğru saptarlar, bunları genel geçer kişisel eksikliklerine ya da yetersizliklerine bağlamazlar. Herhangi bir sorun, kişisel eksikliklerinden ya da yetersizliklerinden kaynaklanmış olsa bile, yalnızca bir insan olduklarını ve her konuda yetkin olmak zorunda olmadıklarını düşünürler. “En güçlü insanlar, her zaman kazanan insanlar değildir, ancak yitirdiklerinde bırakmayan insanlardır.”
  • Bu kişiler, sorunu, öncelikle kaçınılması gereken, göz korkutucu bir durum olarak görmektense, kendilerini geliştirmeleri için uğraş verebilecekleri bir durum ya da bir fırsat olarak görürler. Başaramamayı korkunçlaştırmazlar, bunu, olası bir ‘’düzeltici öğrenme yaşantısı’’ olarak görürler. “Bu, neden benim başıma geliyor?” demektense, “Bana ne’yi öğretmeye çalışıyor?” diye bakarlar. Deneyim, insanın başına gelenler değil, başına gelenlerden öğrendikleridir ya da başına gelen olaylarla baş etme biçiminden edindikleri, kazanımlarıdır. Yanlış yapmaktan korkmamak gerekir, ancak yanlışlarından ders çıkaramamaktan korkmak gerekir. Ayrıca bu kişiler, bir sorunu hiç çözmemeye kalkışmaktansa, çözmeye kalkışıp başaramamanın daha iyi ve daha öğretici olduğuna inanırlar. “Önemli olan hiç düşmemek değil, düştüğünde ayağa kalkabilmektir.” Çünkü, “Yitirilen tek savaş, uğrunda savaşmaktan vazgeçilen savaştır.” Yenildiğimiz an, yenilgiyi kabul ettiğimiz andır…
  • Bu kişiler, sorunların bir çözümü olduğuna ve bunu kendi başlarına bulabilecek yeterlikte olduklarına inanırlar. İnsanlar, ancak, sorunların başarıyla üstesinden gelebileceklerine inanırlarsa üstesinden gelebilirler. “Yapabileceğinize inanırsanız yapabilirsiniz; yapabileceğinize inanmazsanız, haklı çıkarsınız.”
  • Bu kişiler, sorun çözmenin çoğu kez zaman alacağını ve bunun için çok çaba harcanması gerektiğini bilirler. Soruna dürtüsel tepki verme eğilimlerine karşı koyarlar. Ayrıca, ilk ortaya çıkan dürtülerinin ve düşüncelerinin genellikle en iyileri olmadığını, çünkü bunların uslamlamaktan (akıl yürütmekten) çok olumsuz duygulardan kaynaklandığını bilirler. Bağımsız, çaba harcanan sorun çözme girişimine değer verirler ve hızlı bir çözüm bulunamaması karşısında ayak diremeye, direnmeye hazırlıklıdırlar. Bu bireyler, en iyi sorun çözücülerin bile, üstesinden gelinmesi zor sorunları etkin bir biçimde çözmek için düşünmeye zaman ayırmaları gerektiğini bilirler. Yine de, yapabileceklerinin en iyisini yaptıktan sonra, başaramazlarsa, ya sorunun bu biçimiyle çözülemez olduğunu ve yeni bir bakış açısı geliştirmeleri (kabullenme, uzlaşma arayışına girme gibi) gerektiğini anlarlar. Bu durumlarda, sorun çözmenin bir yolu olarak, yardım arayışına girerler. “Önemli olan iyi bir ele sahip olmak değil, kötü bir elle iyi oynamaktır.”

Burada, bu iki yaklaşımı ayıran, değişik birtakım davranış ve tutumlar ortaya çıkmasına neden olan bir temel öğe olduğu görülebilir. Bu, insanların, düşünüş biçimindeki yanlışlardır. Burada, baş etme becerisi kavramı büyük önem taşır. Sorunlara karşı tutumu olumsuz olanlar, özellikle değerlendirici düşüncelerinde, dayatmacı (-meli, -malı biçiminde düşünme), engellenmeye karşı aşırı duyarlı olan, olumsuz her yaşam olayını korkunçlaştıran (buna dayanamıyorum ya da dayanamam, katlanamıyorum ya da katlanamam biçiminde düşünen), kendine ve kendi dışında kalan tüm varlık ve olgulara, hızlı bir şekilde, genel bir değer biçmeye eğilimli kişilerdir. Oysa, “Dünya, olması gerektiği gibi değildir, olduğu gibidir. Onu değiştiren, onunla başa çıkma biçimimizdir”.

Psikologlar D’Zurilla ve Nezu’nun tarafından, sorun çözme terapisi bağlamında tanımlanan, yaşam sorunlarını etkin bir biçimde çözmenin beş aşaması şunlardır:

1. Tutum: Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce, söz konusu soruna karşı ve bununla baş edebileceğinize ilişkin olumlu ve iyimser bir tutum takınmalısınız. “Karamsar, her fırsatta bir güçlük; iyimser ise, her güçlükte bir fırsat görür.”

2. Tanımlama: Olumlu bir tutum takındıktan sonra, bütün verileri elde ederek, sorunu çözmenin önündeki engelleri belirleyerek ve gerçekçi bir amacı açıkça belirterek, sorunu doğru bir biçimde tanımlamalısınız. “Engeller, genellikle, gözümüzü hedeften ayırdığımız zaman gördüklerimizdir.”

3. Seçenekler bulma: Söz konusu sorunu iyi tanımladıktan sonra, çözüm sürecindeki engelleri aşmanız ve belirlenen amaca ulaşmak için değişik seçenekleri araştırıp bulmanız gerekir. “Sahip olduğumuz tek gereç bir çekiç ise, her sorunu bir çivi gibi görme eğiliminde oluruz.”

4. Öngörme: Seçenekleri sıraladıktan sonra, her birinin uygulanması durumunda ortaya çıkabilecek olan, olumlu ve olumsuz sonuçları öngörmeniz ve en az zararla, en çok yarar getireceğini düşündüğünüz ve amacınıza ulaştırma olasılığı en yüksek olan, en iyi seçeneği seçmeniz gerekir. Çünkü, “Birden çok kez aynı yanlışı yapmak, artık yalnızca bir yanlış değil, verilmiş olan bir karardır.”

5. Deneme: Bir eylem tasarısı oluşturduktan sonra bulduğunuz çözümü gerçek yaşamda dener ve işe yarayıp yaramadığını görürsünüz. Elde ettiğiniz sonuçla yetinebiliyorsanız, sorunu çözmüşsünüz demektir. Yetinemiyorsanız, başa dönüp daha iyi bir çözüm arayışına girmelisiniz. “Hiçbir bir insan sorunlarla karşılaşmadıkça mutlu olamaz, çünkü kendini kanıtlamaya fırsatı olmamıştır.”

Sorunlar, kendimizi geliştirmek için önümüze çıkmış fırsatlardır… Önünüze bir taş çıkmış olabilir, bundan duvar mı yaparsınız, köprü mü, bu size kalmış…