Gerçek bilim

Gerçek bilimle, düzmece (sahte) bilim arasında ne gibi ayrımlar vardır?..

  • Gerçek bilim kanıta dayanır ve elde ettiği kanıtlardan birtakım çıkarımlar yaparak sonuçlar çıkartır. Düzmece bilim, bir sonuçla ortaya çıkar, daha sonra buradan geriye giderek, bu sonucu kendince doğrulamaya çalışır.
  • Gerçek bilim, açık tanımlamaları olan kesin terimler kullanır. Düzmece bilim, kafa karışıklığı yaratmak ve gerektiğinde “yan çizmek” için anlaşılmaz bir dil kullanır.
  • Gerçek bilim, birtakım savlar ileri sürerken ölçülü davranır ve ileri sürdüğü savların öneri düzeyinde olduğunu belirtir. Düzmece bilim, elinde bir kanıt olmadan büyük savlar ileri sürer.
  • Gerçek bilim, bütün kanıtları ve görüşleri göz önünde bulundurur. Düzmece bilim, yalnızca işine yarayan kanıtları “cımbızlar”, söylenenlere ya da güçlü olmayan kanıtlara güvenir. “Gördüklerine inanmaz, inandıklarını görür”.
  • Gerçek bilim, araştırmalarını sürdürerek veri toplamaya çalışırken bilinmezlikle barışık olur. Düzmece bilim, her soruya, “uyduruk” da olsa, bir biçimde yanıt verir.
  • Gerçek bilim, özenle seçilmiş ve yinelenebilir yöntemler kullanır. Düzmece bilim, yinelenebilir sonuçlar vermeyen, yanlış birtakım yöntemler kullanır.
  • Gerçek bilim, tutarlı ve geçerli bir mantıksal çıkarım yolu izler. Düzmece bilim, tutarsız ve geçersiz mantıksal çıkarım yolları izler.
  • Gerçek bilim, biliminsanları ile birlikte davranır ve bilim topluluğunun öne sürdüklerini göz önünde bulundurur. Düzmece bilim, biliminsanlarının görüş ve düşüncelerini önemsemeden, kendi başına bir yol izler.
  • Gerçek bilim eleştiriye açıktır. Düzmece bilim, her türlü eleştiriye kapalıdır, eleştirilmeye hiç gelemez.
  • Gerçek bilim, yeni kanıtların ışığında yeni bilgiler oluşturur, kendini yeniler. Düzmece bilim, kesin inançlıdır (dogmatiktir) ve hiç esneklik göstermez. Öne sürdüğü ilk düşüncesinde takılakalmıştır, hiçbir yeni bir kanıt ya da yeni bir veri, bir düşünce, bir görüş ya da bir bakış açısı değişikliği yaratmaz.

Bertrand Russell’ın, “Düşüncelerim için ölmeyi göze alamam, çünkü yanılıyor olabilirim” deyişini bir adım daha öteye götürerek “Düşündüğünüz her şeye inanmayın” diyebiliriz. Çünkü, bilimsel bir yaklaşım sergileyecek olursak, yeni kanıtlar ve veriler doğrultusunda görüşlerimizi değiştirebiliriz.

Ancak, kanıta dayalı, özenle seçilmiş ve yinelenebilir yöntemler kullanan, tutarlı ve geçerli bir mantıksal çıkarım yolu izleyen, başkalarının bulduğu verilerin yanı sıra başkalarının görüş ve düşüncelerini de önemseyen, eleştiriye açık ve yeni veriler ortaya çıktığında kendini yenileyebilen bir yaklaşım, bilimsel yaklaşım olabilir.

Bilimsel düşünmenin üç ayağı vardır. Bunlardan birincisi, deneysel kanıtlara dayanma; ikincisi akılcı düşünme ve mantıksal çıkarımlar yapma; üçüncüsü ise çıkardığı sonuçlardan sürekli bir kuşku duyma, bunlara eleştirel yaklaşma ve bunları sürekli sorgulama, ayrıca yeni verilerin ışığında bunları yenilemedir.

Şimdi, çevrenizde olup bitenlere bu gözle yeniden bir bakın!..

Dogmacı Düşünme

Dogmacılık (kesin inançlılık, dogmatizm), öne sürülen görüş ve düşünceleri, ilkeleri, bir öğretiyi, eleştirinin süzgecinden geçirmeden, kesin doğru olarak kabul edip benimseme yaklaşımıdır. Doğruluğu, deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen, olduğu gibi benimsenen ve bir öğretinin dayanağı yapılan savdır. Kendi görüşlerini bir gerçeklikmiş gibi sunma biçimidir. İnsanlar, dogmacı düşünceler taşıyınca, başka türlü düşünmeye, seçenek görüşlere ve seçenek bakış açılarına kendilerini kapatırlar. Oysa insanlar, kendi görüşlerine aykırı gerçeklikleri görmezden gelmeye kalkıştıkları zaman ve kendi görüşleriyle ters düşen bakış açılarına katlanamadıkları zaman, aslında, her açıdan zor durumda kalırlar. Ancak, genellikle kendileri bunun ayrımında değildirler.

Dogmacı düşünme, katı düşünmeyi de birlikte getirir (“sabit fikirlilik” diye de anılır). Kişinin düşüncelerinde katı olması da işlevsel olmayan duygusal ve davranışsal sonuçlar doğurur. Dogmacı düşünceleri olan ve seçenek açıklamalara izin vermeyen kişiler, kendi beklentileriyle gerçeklikler arasında çelişkiler olduğu zaman büyük bir öfke duyarlar. “Nasıl olur da böyle olur?..” yaklaşımı içinde olurlar. Oysa bu sorunun yanıtı çok yalındır: “Öyle olduğu için öyle oluyordur, çünkü öyledir…” Öyle olması bir gerçekliktir.

Daha sağlıklı düşünme biçimi, katı değil, esnek düşünmektir. Kendi doğrumuzun “en doğru” olmayabileceğini kabul etmektir. Hepimizin birtakım görüşleri vardır, ancak sahip olduğumuz bu görüşleri dogmacı dayatmalara dönüştürdüğümüz zaman (-meli, -malı’larla düşünmeye başladığımız zaman) kendimizi zora sokarız. Sözgelimi, kendi ilişkisinde, yalnızca öyle olmasını istediği için öyle olması gerektiği dayatmasında bulunan bir kişiye “Haklı mı olmak istiyorsun, yoksa mutlu mu?..” diye sormak gerekir. Herkesin birtakım istekleri vardır ve bu son derece doğaldır; ancak bunlar dayatmalara (“Ben, her ne istiyorsam, o olmalı!.. [ya da öyle olmalı!..]”) dönüştürüldüğü zaman mutlu olmak pek olanaklı değildir.

Dogmacı düşünen insanların birtakım kişilik özellikleri vardır. Bu kişiler, genellikle, çelişkileri ve tutarsızlıkları en aza indirme çabası içindedirler. “Tek bir doğru” olması gerektiği dayatması içindedirler. Aykırı, birbiriyle uyuşmaz, birbiriyle bağdaşmaz, çelişkili görüş ve düşünceler üzerinde düşünmekten kaçarlar. Dolayısıyla görüş ve düşüncelerini değiştiremezler. Bu kişiler, genellikle belirsizliğe katlanamazlar. Her bir durum için getirilebilecek her tür açıklama, hiç tartışmasız, kesin ve keskin olmalıdır, olasılıklara yer yoktur. Buradan olmak üzere, ancak tek bir dünya görüşünün ya da inancın doğru olabileceğini varsayarlar, böyle bir önyargı içindedirler. Olası diğer açıklamaların da doğru olabileceğini düşünmek bile istemezler. Düşüncelerinde son derece katıdırlar. Kendi görüş ve düşüncelerine ters düşen bilgileri ve kanıtları görmezden gelmeye çalışırlar, bunları önemsiz bulurlar. “En doğrusu”nu düşündüklerinden emindirler, dolayısıyla başka bir bilgiye gereksinmediklerini düşünürler. Kendi düşüncelerine yakın, “tek bir doğru olduğunu ve bu doğrunun kendi doğruları olduğu”nu savunan toplumsal önderlere büyük bir hayranlık duyarlar. Ayrıca, herkesin benzer görüşte olduğu gruplara katılmayı yeğlerler. Bu kişilerin diğer bir özellikleri de bölümlemedir. Birbiriyle çelişen düşünceleri birbirlerinden ayrı tutarlar ve tutarsızlıkların hiç ayrımında değilmiş gibi bir yaklaşım sergilerler. Bu kişilerin kendileriyle ilgili içgörüleri de son derece düşüktür. Kendi eksikliklerinin ve kısıtlılıklarının hiç ayrımında değildirler. Yaşadıkları sorunların, yaptıkları yanlışların ya da pişmanlıklarının su yüzüne çıkmasından hiç hoşlanmazlar. Onca olumsuz sonuçlarına karşın, sahip oldukları düşüncelerini, sürdüregeldikleri yaşamlarını değiştirmek istemezler. Bakış açılarını, tutum ve davranışlarını, kısaca kendilerini değiştirmeye genellikle kapalıdırlar. Dolayısıyla yeni bir bakış açısı kazandıracak, bilişsel davranışçı psikoterapi yaklaşımlarından kaçarlar.

Duygular bağlamında bakıldığında, bu kişilerin taşıdıkları düşüncelerin tartışmaya açılması onlarda büyük bir kaygı ve korku yaratır. Düşüncelerinin sorgulanabileceği ortamlardan uzak durmaya çalışırlar. Görüşleri tartışmaya açılınca da, yaşadıkları kaygı ya da korkuyu gizlemek için savunucu, saldırgan ve düşmancıl tutumlar sergilerler. Öte yandan, yaşamı sıklıkla anlamsız bulurlar ve bir varoluş kaygısı ya da umutsuzluk yaşarlar. Seçtikleri eylemlerin dünyayı ya da kendi dünyalarını biçimlendirebileceğini düşünmedikleri için yazgıcı (kaderci) bir bakış açıları vardır.

Bu kişiler, davranışsal bağlamda da birtakım özellikler sergilerler. Konum ve güç takıntısı içindedirler, kendilerini ait hissettikleri gruba ilişkin önyargıları vardır, yetkeci bir saldırganlık tutumlarının (“Değil mi ki güç bende, her ne istersem yapabilirim!..”) yanı sıra yetkeci bir baş eğicilik tutumu içindedirler. Alt-üst ilişkilerini çok önemserler ve üst konumdakilere büyük bir saygı gösterilmesi gerektiğini, onların her şeyi hak ettiğini düşünürler. Onlar için önderleri, sorgulanacak kişiler değil, hiç sorgusuz ardına düşülecek kişilerdir. Önderlerine özel birtakım ayrıcalıklar tanınması gerektiğini düşünürler. Ait olduklarını hissettikleri grubu, diğerlerinden daha üstün görme eğilimindedirler. Onlara göre, kendi inançları ne denli doğruysa, başkalarınınki de o denli yanlıştır. Dolayısıyla toplumu kutuplaştırırlar.

Özetle, dogmacı kişilik özellikleri olan kişiler, büyük bir kolaycılık içinde, çok ilkel ve katı düşünen, eleştirel ve sorgulayıcı düşünmekten çok uzak bir biçimde, düşüncelerini ve tutumlarını değiştirmeye büyük bir direnç gösteren ve kendi görüşlerinin doğruluğunu haklı çıkarmak için üstlerine ya da önderlerine koşulsuz boyun eğme eğilimi gösteren kişilerdir.

İnsanın mutlu olmasının önündeki en büyük engel dogmacılıktır. Bilmezlik ve bilgisizlik (cehalet) arttıkça dogmacılık da artacaktır. Eğitimin amacı, sorgusuz bilgi yüklemek değil, düşünmeyi öğretmek olmalıdır.

Kişiselleştirme

Söylenen bir sözü ya da yapılan bir davranışı “kişisel alma”, diğer bir deyişle “kişiselleştirme” ya da üzerine alma, kendini kötü hissetmeye, utanç ya da suçluluk duymaya ve yetersizlik duygularına yol açabilir. Söylenen bir sözü ya da yapılan bir davranışı kişisel almadan, başka bir deyişle kişiselleştirmeden ya da üzerine almadan önce iyi bir düşünün:

  • İnsanların size karşı olan sözleri ya da davranışları, sizinle ilgili olduğundan daha çok, kendileriyle ve kendilerinin dünyayı nasıl gördükleriyle ilgilidir. Söyledikleri ve yaptıkları, kendi gerçekliklerinin dışa yansımasıdır. “Dünya bizim aynamızdır; insanlar, içlerinde ne varsa, dışarıda da onu görürler.”
  • Siz, başkalarının dünyasında, sandığınız denli önemli bir yer tutmuyorsunuz. İnsanlar, olayları, sizinle hiç ilgisi olmayan bir biçimde ele alıyor olabilirler.
  • Başkalarının ne söylediği ya da ne yaptığı sizin elinizde değildir, ancak bunların sizi nasıl etkileyeceği, sizin elinizdedir. “Siz izin vermedikçe, kimse size, kendinizi kötü hissettiremez.”
  • Herkesi mutlu edemeyebilirsiniz, üstelik herkesi mutlu etmek zorunda da değilsiniz. Herkes sizi beğenmeyebilir, üstelik herkese kendinizi beğendirmek zorunda da değilsiniz. Herkes beni sev”meli” ya da herkes beni beğen”meli” demek, bizi mutsuz edebilecek en önde gelen dayatmalarımızdan biridir (-meli, -malı yaklaşımlarımızdan biridir). Başkalarından değer görmek uğruna, ayrı bir birey olduğumuz gerçeğini bırakmaktansa; kendi olup, kendine saygı duymak, kendiyle ters düşmemek, tutarlı ve ilkeli olmak çok daha önemlidir.
  • Bir yanlışınız olmuş olsa bile, siz, sizsiniz ve yanlışlarınızla tanımlanamazsınız. Yanlış yapmış olmanız, yanlış bir insan olduğunuzu göstermez. Yanlış yapmaktan değil, aynı yanlışı yinelemekten korkun. Önemli olan ders çıkarmaktır.
  • Özgüveninizi, benlik değerinizi ve benlik saygınızı, ancak siz, kendiniz artırabilirsiniz; bunu başkalarının eline bırakmayın. Sizin benlik değeriniz, başkalarının sizi iyi değerlendirmesi koşuluna bağlı değildir. Kendinizi koşulsuz sevebilir, kendinize değer verebilirsiniz.
  • İnsanlar, amaçlı bir biçimde sizi incitmek ya da kırmak için değil, yalnızca öyle bir tutum ya da alışkanlık geliştirdikleri için ya da daha iyisinin nasıl olabileceğini bilemedikleri için öyle söylüyor ya da davranıyor olabilirler. Yeterlikleri bu düzeyde olabilir. Başkalarının söz ve davranışlarından siz sorumlu değilsiniz.
  • Ancak kimi zaman, başkaları, bizim kendimizde göremediklerimizi daha iyi görebilirler. Getirdikleri eleştiriler ya da öneriler yapıcı ise ve sizi geliştirecekse, dinlemeye ve göz önünde bulundurmaya değer.
  • İnsanlar sizinle aynı görüşte olmayabilirler. Sizin değerleriniz, değer yargılarınız, yerleşik düşünceleriniz ve inançlarınız nesnel gerçeklikler değildir. Herkes değişik düşünebilir ve olaylara daha değişik bakabilir. Esnek olmak gerekir. Herkesin kendisi olmaya hakkı vardır.

Başkalarının söylediklerini ya da davranışlarını kişisel almak, diğer bir deyişle kişiselleştirmek ya da üzerine almak, başkalarının bize ne söylediklerinden çok, bizim kendimizle ilgili olarak, kendi kendimize ne söylediğimizle ilişkilidir…

Olgunluk

Olgunluk ne demektir?..

  • Olgunluk, kendiyle barışık olmak, içsel dinginlik sağlamış olmak demektir. Kendini koşulsuz sevebilmektir.
  • Olgunluk, kendini başkalarıyla karşılaştırmayı bırakmış olmak demektir.
  • Olgunluk, insanları oldukları gibi kabul edebilmek demektir.
  • Olgunluk, başkalarını değiştirmeye çalışmak yerine, kendi tutum ve davranışlarını değiştirmeye odaklanabilmek demektir.
  • Olgunluk, herkesin kendi bakış açısıyla haklı olabileceğini düşünebilmek demektir.
  • Olgunluk, mutluluğu, satın almakla (maddiyatla) sınırlı görmemeyi öğrenmiş olmak demektir.
  • Olgunluk, birikmiş güzel anılarıyla, kurulmuş sağlam dostluklarıyla kendini varsıl (zengin) hissedebilmek demektir.
  • Olgunluk, bir yandan toplumsal etkileşimlerden zevk alırken, bir yandan da kendiyle kalmanın tadını çıkarabilmek demektir.
  • Olgunluk, gereksinimlerle istekleri ayırt edebilmek ve gerektiğinde isteklerini bir yana bırakabilmek demektir. Sahip olduklarıyla yetinebilmeyi öğrenmiş olmak, “doyumlu olmak” demektir.
  • Olgunluk, sahip olduklarının değerini bilebilmek ve bunlar için gönül borcu duyuyor olmak demektir.
  • Olgunluk, doğadaki, dış dünyadaki ve başkalarındaki güzellikleri görebilmek, bunlara hayranlık duyabiliyor olmak demektir.
  • Olgunluk, çok da denetlenebilir olmayan ve bilinmezliklerle dolu evreni, bir biçimde anlamlandırabilmiş olmak demektir.
  • Olgunluk, “Ben, her ne istiyorsam, o olmalı” demenin gerçekçi olmadığını öğrenmiş olmak demektir. Esneklik gösterebiliyor olmak demektir.
  • Olgunluk, gerçeklikleri olduğu gibi kabul edebiliyor olmak demektir. “Nasıl oluyor da böyle…?” (“Böyle olmamalı!..”) diye sorup, işlevsiz bir tepki göstermektense; “Değil mi ki öyle…“ diyerek, gerçekliklerle barışıp, işlevsel bir karşı tutum almayı öğrenmiş olmak demektir.
  • Olgunluk, geçmişte yapılan yanlışlardan ötürü kendini suçlamamak, bunlardan gereken dersleri çıkartmış olmak, gelecek için yersiz yere kaygılanmamayı öğrenmiş ve iyimser olmak demektir. An’ı yaşayabilmek, an’a odaklanabilmek demektir… Yaşadığı an’ın tadını çıkarabilmek demektir.

Her yeni yıl bizi bir ölçüde daha da olgunlaştırıyor…

Yaşamdan doyum bulacağınız, yaşamı dolu dolu yaşayacağınız, sağlıklı ve mutlu bir yeni yıl dilerim. Esen kalın…

Bağlanma Kuramı

Bağlanma kuramı, anababalık tutumu ile ilgili olarak, üzerinde en çok çalışılmış olan kuramlardan biridir. Daha çok erken çocukluk yıllarıyla ilgili olan bu kuram, çocukla, kendisini yetiştiren (genellikle anne) arasındaki ilişkiye odaklanır. Ancak bu ilişkinin, sevgililik ilişkisi de içinde olmak üzere, daha sonraki ilişkilere de yansıdığını öne sürer.

Anababaların, anababa olmaktan kaynaklanan birçok görev ve sorumlulukları vardır. Anababalar, çocuklarına birçok konuda bilgi verirler, onları terbiye ederler, gerektiğinde onları doktora götürürler… Ancak yalnızca çocuklarının yanında olarak bile, çocuklarının üzerinde çok büyük etkileri olur. Çocuğunun yanında durarak, çocuğa, sevildiğini, güvende olduğunu ve korunduğunu göstermek büyük önem taşır. Bu da bağlanmaya yol açar.

Bağlanma kuramı, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, İngiliz psikolog John Bowlby ve Amerikalı-Kanadalı psikolog Mary Ainsworth tarafından geliştirilmiştir. Bu kuram, bebeğin yanında duran ve onun gereksinmelerini karşılayan anababaların (özellikle annelerin), çocuklarına, o büyük dünyayı, büyük bir güven içinde keşfetmek üzere yola çıkmayı göze aldıkları, sonra yeniden rahatlık alanına dönebildikleri bir zemin hazırladıklarını öne sürer. Böylece çocuklar, kendilerine bir gelecek oluştururlar. Bu kuramın temelleri şunlardır:

  • Anababaların, çocuklarını, onların yanında olduğu güvenini vererek büyütmesi; bu çocukların, böyle büyütülmeyen çocuklara göre daha az korku duymalarına yol açar.
  • Bu değerli güven duygusu, bebeklik, çocukluk ve ergenlik yıllarında oluşur ve sonraki ilişkileri de etkiler.
  • Çocukların yetiştirilme yaşantıları olumlu olunca, başkalarının da benzer tutumları olabileceğine ilişkin bir güven duyarlar.

Ainsworth, üç bağlanma türü tanımlamıştır. Daha sonraki yıllarda, araştırmacılar dördüncü bir türü daha tanımlamışlardır. Bunlar:

  • Güvenli bağlanma
  • Kaygılı-güvensiz bağlanma
  • Kaçıngan-güvensiz bağlanma
  • Darmadağın-güvensiz bağlanma

Güvenli bağlanma, amaçlanan bağlanma türüdür. Çocuklar, anababalarının (ya da kendilerini yetiştiren diğer kişilerin) yanlarında olduğunu, duyarlı olduklarını, karşılık verici olduklarını ve kabullenici olduklarını gördükleri ve hissettikleri zaman böyle bir bağlanma gelişir. Güvenli bağlanma ilişkilerinde, anababalar, çocuklarının, kendi rahatlık alanlarının dışına çıkmalarına izin verirler, ancak güven duyma ve rahatlık arayışı için geriye geldiklerinde, yine onların yanındadırlar. Bu anababalar, çocuklarıyla oyun oynarlar ve gerektiğinde onlara güven vererek rahatlamalarını sağlarlar. Çocuk, böylece, olumsuz duygularını dışa vurabileceğini ve birisinin ona yardım edeceğini öğrenir. Güvenli bağlanma geliştiren çocuklar, nasıl güvenilebileceğini öğrenirler ve sağlıklı bir benlik algısı geliştirirler. Bir erişkin olduklarında da duygularının ayrımına varabilirler, yaşadıkları duyguları anlayabilirler, yeterli olurlar ve genellikle iyi ilişkiler kurarlar.

Anababalar, çocuklarının gereksinmelerini ancak ara sıra karşılarlarsa kaygılı-güvensiz bağlanma biçimi ortaya çıkar. Bakım ve koruma kimi zaman vardır, kimi zaman yoktur. Çocuk, gereksindiğinde anababasının yanında olduğuna güvenemez. Bu yüzden, bağlanma kişisiyle ilgili bir güvenlik duygusu geliştiremez. Gözünün korktuğu bir durumda, geri döndüğünde, anababasını yanında bulamayacağını düşündüğü için anababasından bir türlü ayrılamaz. Dolayısıyla daha beklentili, hatta yapışkan olur; böylece sıkıntısını abartılı göstererek, anababasının bir tepki göstermesini bekler. Kaygılı-güvensiz bağlanmada, öngörülemezliğin olması, en sonunda kişinin “muhtaç”, kızgın ve güvensiz olmasına yol açar.

Anababadan biri, kimi zaman çocuğunun gereksinmelerini kabul etmekte ve bunlara karşılık vermekte güçlük çekiyor olabilir. Çocuğu rahatlatmaktansa, onun duygularını küçümsüyor, beklentilerine karşılık vermiyor ve zor birtakım işlerde ona yardımcı olmuyor olabilir. Bu da kaçıngan-güvensiz bağlanmaya yol açar. Ayrıca, anababanın gereksinmeleri için çocuğun yardımcı olması bekleniyor da olabilir. Dolayısıyla çocuk, anababasını çağırmamanın en iyisi olduğunu öğrenir. Sonuçta anababa yardımcı olmamaktadır. Kaçıngan-güvensiz bağlanmada, çocuk, duygularını örtbas etmenin ve ancak kendisine güvenmenin en iyisi olduğunu öğrenir. Ainsworth, kaçıngan-güvensiz bağlanması olan çocukların, bir sıkıntı içine düştüklerinde, anababalarına gitmediklerini ve olumsuz duygularını göstermeyi en aza indirmeye çalıştıklarını göstermiştir.

Darmadağın-güvensiz bağlanma durumunda anababalar değişiktür davranışlar sergilerler. Çocuklarını dışlarlar, gülünç duruma düşürürler ya da onları korkuturlar. Bu tür davranışlar gösteren anababalar, genellikle işlenmemiş ve çözülmemiş, geçmiş bir ruhsal örselenmesi olan anababalardır. Çocukları kendilerine yaklaştığında, onlarla ilgilenmek ve korumak yerine, korku duyarlar ve kaygı düzeyleri artar. Yukarıda tanımlanan üç bağlanma biçimi, “düzenli” bağlanma biçimleri olarak da anılır; çünkü çocuk nasıl davranması gerektiğini öğrenmiştir ve ona göre kendisine bir yöntem belirlemiştir. Oysa, dördüncü bağlanma biçimi olarak, “darmadağın” olarak adlandırılan bağlanma biçiminde, belirlenebilmiş bir yöntem ya da davranış biçimi yoktur. Sonuç olarak çocuk, kendisini güvende hissetmesini sağlayacak birtakım davranışlar geliştirmeye başlar. Sözgelimi, anababasına karşı saldırgan olur, anababasının kendisine bakmasına karşı çıkar ya da çok kendine güvenli bir yol izler.

Çocukluk bağlanma biçimleri, erişkinlerin kurdukları ilişkilerde, onların ne hissettiklerini ve nasıl davrandıklarını büyük ölçüde etkileyebilir. Çocuklukta güvenli bağlanma yaşayan çocuklar, birer erişkin olduklarında, genellikle iyi ilişkiler kurarlar. Dürüst, destekleyici ve duygularını paylaşırken rahat olurlar. Bu özellikleri, başka toplumsal durumlarda da başarılı olmalarına yardımcı olur. Bu kişiler, diğer insanların güvenilir olduğunu, kendilerinin sevilebilir olduğunu düşünürler. Yakınlık kurmayı doğal bir eylem olarak görürler ve yakınlık kurduklarında kendilerini rahat hissederler. “Eşimin yaşadığı duygular benim sorumluluğumdadır ve biz birbirimize özen göstermek durumundayız” diye düşünürler. Çatışma durumunda, “Ters düştüğümüz konu üzerinde konuşabilir ve her iki yanın gereksinmelerini karşılayan bir çözüm bulabiliriz” derler.

Yapışkan çocuklar, yapışkan erişkinler olurlar. Kaygılı-güvensiz bağlanması olan erişkinler, ilişkilerinde daha çok beklenti içinde olan, sahiplenici, hatta birbirlerine bağımlı kişiler olurlar. İlişkilerinde çok verici mi, yoksa az verici mi oldukları konusunda sürekli bir bilinmezlik içindedirler. “Sevgiye gereksiniyorum ama bunu hak etmiyorum” diye düşünürler. “Eşimi kendimden uzaklaştırmamak için çok özenli olmalıyım” düşüncesi içinde olurlar. “Yakınlık kurmak istiyorum, ancak eşim benim buna çok ‘muhtaç’ biri olduğumu görürse beni istemeyebilir” diye düşünürler. Kendilerini, kurdukları ilişkileriyle tanımlama beklentisi içindedirler, bir ilişki içinde olmanın kendilerini kurtaracağını ya da kendilerini tamamlayacağını düşünürler. Dışlanmanın herhangi bir belirtisine çok duyarlı oldukları düşüncesi içindedirler. Her konuyu çok kişisel alırlar. “Eşim beni yatıştıracak olursa, rahatlarım” diye düşünürler. Çatışma durumunda, eşlerini yitirebileceklerinden korktukları için, doğrudan bir söz söylemektense sessiz kalmayı yeğlerler, ancak yine de kimi zaman büyük bir öfke patlaması gösterebilirler. Bu kişiler, eşleri tarafından, sürekli dokunulma, bir etkileşim içinde olma ve ilgi görme arayışı içinde olurlar. İlişkilerinde büyük iniş ve çıkışlar olur. Eşlerinden ayrı kaldıklarında çok kaygılanırlar. Eşlerini yanlarında tutmak için eleştirme, suçlama gibi yollara başvururlar. İlişkilerinin bitmesi ile ilgili gerçek ya da gözlerinin korktuğu bir durum olursa buna aşırı tepki gösterebilirler. İlişkilerine aşırı bağlanmaları, bir yandan da ilişkilerinin bitmesine yol açabilir.

Kaçıngan-güvensiz bağlanması olan erişkinler, bir ilişki kurmaktan kaçınıyor olabilirler. Hep küçümseyen bir tutum içinde ya da korku duyuyor olabilirler ve başkalarını kendilerinden uzak tutma eğilimi gösterirler. Kimseye değil, ancak kendilerine güvenebileceklerini düşünürler. Duygusallık için zamanlarının olmadığını ve bunun saçma olduğunu düşünürler. Yakınlık söz konusu olunca, “Bağımsız olmalıyım” düşüncesi içinde olurlar. Çok zorlanacak olurlarsa, çekip gitmek için can atarlar. “Eşimin yaşadığı duygular benim sorumluluğumda değil” diye düşünürler. Bunlar için suçlanamam, derler. Çatışma durumunda, “Barış içinde yaşayıp gitmekten başka bir şey istemiyorum” derler. Her küçük sorunda, ayrıntılarıyla konuşmanın gerekli olmadığını belirtirler. Bu kişiler, derin birtakım duygular yaşamaktan ve yakınlaşmaktan çok korkarlar. Olası eşleriyle aralarına duygusal sınırlar koyarlar. Eşlerinden bilgi saklama eğiliminde olurlar. Eşlerinin duygularını önemsemezler. İlişkiye girme konusunda isteksizdirler ve rastgele cinsellik yaşamak isterler. Ancak geçmiş ilişkilerini gözlerinde büyütürler, onları ülküselleştirirler.

Darmadağın-güvensiz bağlanması olan erişkinler, daha çok ruhsal sorun yaşadıkları gibi, kendilerini yönetmekte de güçlük çekerler. İlişki söz konusu olunca, çok sıcak ya da çok soğuk olurlar. Antisosyal davranışlar sergilerler ve bunun için bir vicdan azabı çekmezler. Bencil, baskı altında tutan kişilerdir ve kişisel sorumluluk almayı pek istemezler. Alkol ya da madde kötüye kullanımları olabilir ve suça eğilim gösterebilirler.

Anababalık, çocuğu, sonrası için şekillendiren bir süreçtir. Çocuğun yanında olarak, onun güvenli bir bağlanma biçimi geliştirmesi sağlanarak, erişkinliğinde sağlıklı birtakım davranışlar geliştirmesine yardımcı olunması gerekir.

Kendi bağlanma biçiminizi değiştirmek istiyorsanız da, hiçbir özelliğimizin taşa kazınmadığını düşünerek, bunu değiştirme yolunda çaba gösterebilir ve terapiden yarar görebilirsiniz…

Kendi Kendini Doğru Çıkaran Öngörü

Kendi kendini doğru çıkaran öngörü (İngilizcesi “self-fulfilling prophecy”), kendisinin gerçek olmasını sağlayan, kendisinin doğru çıkmasına neden olan öngörüyü tanımlamak üzere kullanılan bir terimdir. Sözgelimi, bir kişinin, bir başkasına ilişkin beklentileri, o kişinin, söz konusu beklentileri karşılayacak bir biçimde davranmasına yol açabilir. Kişinin, bir beklentisi olduğu için, herhangi bir etkisi olmadığı bilinen bir ilaçtan ya da bir tedavi yönteminden yarar görmesi (“plasebo etkisi”), bunun için diğer bir örnektir.

Kendi kendini doğru çıkaran iki tür öngörü vardır. Bunlardan birincisi, kişinin, kendi beklentilerinin, kendi eylemlerini etkilediği zaman ortaya çıkan, kişinin kendisine ilişkin öngörülerdir. Diğeri, başkalarının beklentilerinin, bir diğer kişinin tutum ve davranışlarını etkilediği, başkalarının öngörüleridir. Kişinin değer verdiği bütün görüşler, onun davranışlarını etkileyebilir.

Bir de, Pigmalion etkisi diye tanımlanan, başkalarıyla ilgili, kendi kendini doğru çıkaran öngörü durumu vardır. Bu etki, bir kişiye karşı olan tutumumuzun, o kişinin nasıl davrandığını doğrudan etkilemesi anlamına gelir. Diğer bir kişi, bir olayın olacağını düşünürse, bilinçli ya da bilinçdışı olarak yaptıkları ya da yapmadıklarıyla o olayın olmasını sağlar.

Kendi kendini doğru çıkaran öngörü terimini, ilk kez, Robert K. Merton, 1948 yılında, “Bir durumun yanlış tanımlanmasının, başlangıçtaki yanlış algının gerçekleşmesine yol açacak davranışları ortaya çıkarması” olarak tanımlamıştır.

Diğer bir deyişle, gerçekliğin yanlış yorumlanması ya da yanlış bir öngörü, bu varsayımın bir gerçekliğe dönüşmesine yol açacak davranışlara neden olabilir. Daha yalın bir deyişle, yanlış bir gerçeklik algısı, geleceğe ilişkin öngörüler, korkular ve kaygılarla ilişkili ruhsal tepkilere bağlı olarak bir gerçekliğe dönüşebilir. Yaygın kullanılan bir Türk atasözü bunu demek istemektedir: “Sakınan göze çöp batar.”

Kendine ilişkin öngörüde, kişinin kendisine ilişkin beklentileri, kişinin eylemlerinin nedeni olur. Sözgelimi, kişi, toplum önünde konuşmaktan çok çekiniyor, konuşurken sesinin titreyeceğini ve iyi bir sunum yapamayacağını düşünüyor olabilir. Dolayısıyla, düşüncelerini toparlayamaz, kekelemeye başar, söyleyeceklerini unutur ve iyi bir sunum yapamaz. İyi bir sunum yapamayacağını öngördüğü için, iyi bir sunum yapamamış olur.

Başkasına ilişkin öngörüde, bir başkasına ilişkin beklentiler, o kişinin tutum ve davranışlarını etkiler. Sözgelimi, falcı, fal baktırmak üzere yanına gelen kişiye, yakın bir gelecekte işini bırakacağını söyler. O kişi de, kendisinden böyle bir beklentide bulunulduğu için, buna inanmaya başlar ve sonunda işinden olacak tutum ve davranışlar sergilemeye başlar.

Kendi kendini doğru çıkaran her iki tür öngörünün de temeli, dayanaksız ya da yanlış bir görüşün, kişinin, sanki bu görüş doğruymuş gibi davranmasını tetiklemesi, dolayısıyla öngörünün gerçekliğe dönüşmesine neden olmasıdır.

Pigmalion etkisi terimi, Yunan ozan Ovid’in, “Başkalaşma” (Metamorfoz) olarak adlandırdığı şiirden köken almıştır. Bu şiirde, Pigmalion, yarattığı bir yapıta, en sonunda aşık olan bir yontucudur (heykeltraştır). Pigmalion, hayranlık duyduğu, yarattığı bu yontuya (heykele) benzer bir eş getirmesi için tanrılara (Yunan tanrılarına) yalvarır. Öykü ilerledikçe, tanrıların, onun dileğini gerçekleştirdiği ve heykelin canlandığı görülür.

Yapılmış toplumsal bir deney üzerinden şöyle bir örnek verilebilir:

Yıllar önce, bir okulda, bir deney yapılması tasarlanmış. Okul yöneticisi, üç öğretmeni yanına çağırmış ve “Siz, üç öğretmen, okulun en iyi öğretmenleri olduğunuz ve konularında uzman kişiler olduğunuz için, size, üstün zekalı 90 öğrenci vereceğim” demiş. Sonra eklemiş, “Bu öğrencilerin, gelecek öğretim yılında nasıl bir gelişme göstereceklerini birlikte değerlendireceğiz.”

Her üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anababaları da bunun çok iyi bir düşünce olduğunu söylemişler ve çok güzel bir öğretim yılı geçirmişler. Öğretim yılının sonunda, bu öğrencilerin, diğer öğrencilere göre, yüzde 20-30 oranlarında daha üstün bir başarı gösterdikleri saptanmış.

Yıl sonunda, okul yöneticisi, bu üç öğretmeni yanına çağırmış ve onlara şunu söylemiş: “Size bir açıklamada bulunacağım. Sizin öğrencileriniz, diğer öğrenciler arasında, en üstün zekalı olan 90 öğrenci değildi. Sıradan öğrencilerdi. Gelişigüzel 90 öğrenci seçtik ve size verdik.”

Öğretmenler, doğal olarak, kendilerinin olağanüstü öğretmenlik yeteneklerinin, çocukların başarısına katkısının olduğunu düşünmüşler.

“Size bir açıklamada daha bulunacağım” demiş okul yöneticisi. “Siz de okulun en iyi öğretmenleri değilsiniz. Sizin adlarınızı da gelişigüzel, adçekme yoluyla belirledik.”

Öyleyse nasıl olmuştu da bu öğrenciler ve öğretmenler, bütün bir yıl boyunca sıra dışı bir başarı göstermişlerdi. Yanıt, bu kişilerin tutumlarında yatıyordu.

Öğretmenler ve öğrenciler, kendilerine ve birbirlerine güvenmişlerdi, karşılıklı olarak olumlu bir beklenti tutumu göstermişlerdi. Başarılı olmuşlardı, çünkü başarılı olacaklarına inanmışlardı.

Kendi kendini doğru çıkaran öngörü, geribildirim döngüsü olarak da adlandırılabilen, bir tür nedensellik döngüsü biçiminde kendini gösterebilir. Bu, sistemin, iki ya da ikiden çok yanının birbirini etkilemesi olarak görülebilir. Soyut terimlerle söylenecek olursa, A olayı, B olayına; B olayı, C olayına; C olayı da D olayına yol açarken; D olayı yeniden A olayına yol açar ve bu döngü yinelenir. Bir kez, bir döngü başlayınca, bu döngünün dışına çıkmak, kendini bu durumdan çıkarmak ve birtakım eylemlerde bulunmaktan ve sonuçlarına katlanmaktan uzak durmak öyle kolay değildir. Öngörünün kendisi, birtakım eylemlerde bulunmak için ittirici bir güç olur, dolayısıyla kendini doğru çıkarır.

Bilişsel davranışçı terapilerin temeli olarak, düşüncelerimizin duygularımızı etkiliyor olması, duygularımızın da davranışlarımızı etkiliyor olması, ancak sonunda davranışlarımızın da düşüncelerimizi etkiliyor olması, böyle bir nedensellik döngüsü için çok iyi bir örnektir.

Sözgelimi, kişinin eylemsizliğini bir yana bırakarak (davranışçı etkinleştirme yöntemi) bir döngüyü kırması, depresyon tedavisi yolunda atılabilecek önemli bir adımdır. Depresyondaki çoğu kişinin, kendisine biçtiği değer ve yeterliğiyle ilgili olarak, gerçekçi olmayan, olumsuz birtakım düşünceleri vardır. Bu kişiler, genellikle “Hiçbir şeyi doğru yapamam!..” anlayışıyla ya da böyle bir yerleşik düşünceyle yola çıkarlar. Bu bakış açıları da, yetersiz ya da işe yarar olmayan birtakım eylemlerde bulunmalarına ya da hiçbir eylemde bulunmamalarına ve özbakımlarına özen göstermemelerine yol açar. Böyle işlevsiz düşünmeyi sürdürecek olurlarsa, eninde sonunda kendi ilk düşüncelerini haklı çıkaracak bir biçimde davranmış olurlar ve depresyondan bir türlü kurtulamazlar. Böyle bir düşünceye sahip olduğu için böyle davranma, böyle davranıyor olmanın da böyle bir düşünceyi haklı çıkarıyor olması döngüsü, böylece sürüp gider.

“Başarabileceğinize inanırsanız başarabilirsiniz, başaramayacağınıza inanırsanız haklı çıkarsınız…”

Çocuk Yetiştirme biçimleri

Gelişim psikologları, anababaların, çocuk yetiştirme tutumlarının, çocuklar üzerinde ne gibi etkiler gösterdiği üzerinde çok çalışmışlardır. Ancak, anababaların özel birtakım tutumları ile çocuk davranışları arasında gerçek bir neden-sonuç ilişkisi kurmak öyle kolay değildir. Çünkü, çok değişik ortamlarda büyüyen çocuklar, daha sonra, çok benzer kişilik özellikleri sergilerlerken; aynı ev ortamında büyümüş olan çocukların, daha sonra, çok değişik kişilik özellikleri ortaya çıkabilmektedir. Araştırmacılar, yine de, anababalık tutumları ile bunların çocuklar üzerine olan etkileri arasında birtakım bağlantılar bulmuşlar ve bu etkilerin erişkin davranışlarına taşındığını öne sürmüşlerdir.

1960’lı yıllarda psikolog Diana Baumrind, yaptığı çalışmalarla, birtakım anababalık tutumu boyutlarının olduğunu ileri sürmüştür. Yaptığı araştırmalarda, terbiye yöntemi, içtenlik ve sıcaklık gösterme, iletişim biçimi, olgunluk gösterme ve özdenetim sağlama beklentileri gibi boyutları ele almıştır. Baumrind, bu boyutlara göre, anababaların çok büyük bir çoğunluğunun, üç anababalık tutumundan birini gösterdiğini ileri sürmüştür. Maccoby ve Martin, daha sonra yaptığı çalışmalarla, bunlara, dördüncü bir anababalık tutumu biçimini daha eklemiştir. Bunların her birinin, çocuk davranışı üzerine değişik birtakım etkilerinin olduğu görülmüştür.

Buyurgan anababalık tutumunda, çocukların, anababaları tarafından belirlenen katı kurallara uymaları beklenir. Bu kurallara uyulmaması genellikle cezalandırılmaya neden olur. Bu anababalar, koydukları kuralların nedenlerini açıklamazlar. Açıklamaları istendiğinde, “Çünkü ben öyle istiyorum” derler.

Böyle anababaların yüksek beklentileri olmakla birlikte, bu kişiler, çocuklarına çok karşılık veren anababalar değildirler. Çocuklarının çok sıra dışı davranmalarını ve hiç yanlış yapmamalarını beklerler, ancak ne yapmaları ya da ne yapmamaları gerektiği konusunda onlara pek yol göstermezler. Yaptıkları “yanlış”lardan ötürü çocuklarını oldukça ağır bir biçimde cezalandırırlar, ancak cezalandırılan çocuklar, çoğu kez, ne’yi yanlış yaptıklarını anlayamazlar ya da kavrayamazlar.

Baumrind, bu anababaların, boyun eğmeye önem verdiklerini ve bir açıklamada bulunmadan, verdikleri komutlara uyulmasını gerektiğini düşünen anababalar olduklarını söylemiştir. Bu anababalar, genellikle, baskı altında tutan ve buyurgan anababalar olarak tanımlanırlar. Çocuklarının, sorgulamadan boyun eğmelerini beklerler.

Söz geçirebilen anababalık tutumunda da, buyurgan anababalık tutumunda olduğu gibi, çocukların uyması gereken birtakım kurallar ve ilkeler vardır. Ancak bu anababalık tutumu çok daha “demokratik”tir ve özerkliğe saygı duyar.

Söz geçirebilen anababalar, çocuklarına karşılık veren ve onların sorularını dinlemeye istekli olan anababalardır. Bu anababaların çocuklarından beklentileri çoktur; ancak kendileri de çocuklarına yeterli desteği, geri bildirimi ve sıcaklığı verirler. Çocukları, onların beklentilerini karşılayamadığında, sevgi gösterme tutumlarını sürdürürler ve cezalandırıcı olmaktan çok bağışlayıcı olurlar.

Baumrind, bu anababaların, çocuklarının davranışlarıyla ilgili olarak açık birtakım ölçüler belirlediklerini söylemiştir. Bu anababaların, kendilerini doğru ortaya koyan, ancak kısıtlayıcı ve bulaşıcı olmayan anababalar olduklarını belirtmiştir. Terbiye yöntemlerinin, cezalandırıcı olmaktan çok, destekleyici olduğunu söylemiştir. Çocuklarının da sorumluluk sahibi kişiler olmalarını, işbirliği yapmaya yatkın olmakla birlikte özyönetimlerini ve özdenetimlerini gerçekleştirebilen ve kendini doğru ortaya koyabilen çocuklar olmalarını istediklerini vurgulamıştır. Dolayısıyla bu çocuklar özerk davranma yetisi geliştirebilmektedirler.

Göz yuman anababalar olarak da adlandırılabilen hoşgörülü anababaların çocuklarından çok az beklentileri vardır. Bu anababaların, çocuklarını terbiye etmek gibi bir kaygıları pek yoktur, çünkü çocuklarının olgunlaşmasıyla ve özdenetim sağlayabilmeleriyle ilgili beklentileri oldukça düşüktür.

Baumrind’e göre hoşgörülü anababalar, dayatmacı olmaktan çok karşılık vericidirler. Sevecendirler, çocuklarından olgun davranışlar beklemezler ve yüzleştirmekten kaçınırlar. Hoşgörülü anababalar, çocuklarıyla, genellikle sevgi dolu bir yaklaşım ve iletişim içinde olurlar, anababa olarak davranmaktan çok bir arkadaş gibi davranırlar.

Baumrind’in tanımladığı başlıca üç anababa tutumuna ek olarak psikologlar Eleanor Maccboy ve John Martin dördüncü bir tutumu daha eklemiştir. Bu da ilgisiz ya da savsak (ihmalkar) anababalık tutumudur. İlgisiz anababalık tutumu, çok az beklenti, düşük karşılık verme ve çok az iletişim kurma ile belirlidir.

Bu anababalar, çocuklarının temel gereksinmelerini karşılarlar, ancak çocuklarının yaşamından kopukturlar. Çocuklarına yiyecek ve bir barınak sağlıyorlardır, ancak yol gösterici bir tutumları yoktur, onların yaşamını yapılandırmazlar, kurallar koymazlar, hatta destek bile olmazlar. Bu anababalar, aşırı durumlarda, çocuklarının gereksinmelerini bile görmezden geliyor ya da gözardı ediyor olabilirler.

Söz konusu anababalık tutumlarının çocuklar üzerinde birtakım etkileri olur:

  • Buyurgan anababalık tutumu, genellikle boyun eğen ve becerikli çocuklar yetişmesine yol açar; ancak bu çocukların mutluluk ve toplumsal yeterlilik düzeyi daha düşük olur. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababalar, çocuklarını, benlik algısı açısından düşük benlik saygısı olan çocuklar olarak yetişirler. Bu çocuklar, duygularına güvenmezler, davranışlarını iyi yönetemezler. Toplumsal becerileri gelişmiş değildir, yaşıtlarıyla iyi geçinemezler. Okulda derslere odaklanmakta güçlük çekerler ve orta düzeyde bir başarı gösterirler.
  • Söz geçirebilen anababalık tutumu izleyen anababaların çocukları genellikle başarılı, yeterli ve mutlu olurlar. Bu anababalar, adil davrandıkları için, çocukları onların isteklerine uyma eğilimi gösterirler. Bu anababalar, kural koydukları gibi, koydukları kuralların gerekçelerini de açıkladıkları için çocukları bunları içselleştirirler. Dolayısıyla, yalnızca korktukları için değil, içten içe inandıkları için de bu kurallara uyarlar. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababaların çocukları benlik algısı açısından yüksek benlik saygısı olan, kendini doğru ortaya koyabilen çocuklar olarak yetişirler. Duygularına güvenirler, bunları iyi yönetirler ve özdenetim sağlayabilirler. Toplumsal beceriler açısından, sorumluluk sahibi olarak yetişirler, daha az yaşıt baskısı altında kalırlar, yaşıtlarıyla iyi geçinirler ve eşduyum yapabilirler. Okul açısından, iyi birer öğrenicidirler, daha kendilerine güvenli ve başarılı olurlar.
  • Hoşgörülü ve göz yuman anababaların çocuklarının mutluluk düzeyi ve özyönetim becerileri düşük olur. Bu kişiler, üstleriyle sorunlar yaşarlar ve okulda başarısız olma eğilimi gösterirler. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababaların çocukları, benlik algısı açısından yüksek benlik saygısı olan, kendine güvenli, daha az sorumluluk sahibi ve dürtüsel olarak yetişirler. Duyguları iniş çıkışlıdır, ancak duygularını dile getirebilirler. Toplumsal beceriler açısından, arkadaşlıklarını sürdürmekte güçlük çekerler. Okula karşı ilgileri düşük olur.
  • İlgisiz ve savsak anababalık tutumu, bütün anababalık tutumları içinde, yaşam alanlarında en kötü sonuçlara neden olan tutumdur. Bu kişilerin çocukları özdenetim sağlamakta güçlük çekerler ve yaşıtlarına göre daha yetersiz olurlar. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababaların çocukları, benlik algısı açısından düşük benlik saygısı olan, kendine yeterince güveni olmayan, kendini ve başkalarını pek sevmeyen çocuklar olarak yetişirler. Duygularını saklarlar, duygusal iniş çıkışlar gösterirler ve duygularını yaşamaktan kaçarlar. Toplumsal beceriler açısından, içe kapanıktırlar, saygısız ve güvensizdirler. Okul başarıları düşüktür ve kendi başlarına pek başarılı olamazlar, hep destek almaları gerekir.

Tek başına anne ya da babanın anababalık tutumu değişik olabilir. Sözgelimi, anne söz geçirebilen bir anababalık tutumu sergilerken, baba hoşgörülü bir anababalık tutumu gösterebilir. Bu durumda, çocuk, karışık birtakım iletiler alır, bu da işi daha da karmaşıklaştırır. Bu yüzden, anababaların, söz geçirebilen anababalık tutumu izlemeye çalışmalarının yanı sıra, işbirliği yapmayı da öğrenmeleri ve ortak birtakım iletiler göndermeyi sağlamaları gerekir.

80/20 İlkesi

“80/20 ilkesi”, herhangi bir koşulda ortaya çıkan % 80 oranında bir etkinin, % 20 oranında bir nedene ya da nedenlere bağlı olması durumu olarak tanımlanmıştır. Bu kural, ilk kez, İtalyan ekonomist Vilfredo Pareto tarafından bulunmuştur ve “Pareto İlkesi” olarak da anılır. Pareto, İtalya’nın % 80 oranında varlığının ve toprağının, halkın % 20’sinin elinde olduğunu saptayarak böyle bir kuralı tanımlamıştır.

Bunun için başka örnekler de verilebilir. Sözgelimi, okuduğumuz bir kitabın, bize sağlayacağı kazanım, çoğu zaman, içeriğinin ancak % 20’si ile ilintilidir. Genellikle hep aynı giysilerimizi giyeriz. Dışarıda yemek yiyeceğimizde, çoğu zaman aynı restoranlarda yemek yeriz. Dünyada sigara içenlerin sayısı, dünya nüfusunun yaklaşık % 20’sidir. İnsan ilişkilerinde en değer verdiğimiz insanlar, tanıdıklarımızın ancak % 20’sidir. Gösterdiğimiz çabaların ancak % 20’si, bizi % 80 oranında başarıya götürür, geri kalanı boşa çıkar.

“80/20 ilkesi”, düşük oranda nedenlerin, yüksek oranda etkiler yarattığını ileri sürer. Yüzde 20 oranında nedenler, % 80 oranında sonuçlara neden olur. Bunlara, çok değerli eylemler adı verilebilir, çünkü çok değerli sonuçlar sağlarlar. Öte yandan, % 80 oranında nedenler, % 20 oranda sonuçlara neden olurlar. Bunlara da, pek bir değeri olmayan eylemler adı verilebilir, çünkü pek bir değeri olmayan sonuçlara neden olurlar.

Bu oran, her zaman 80-20 oranında olmak durumunda değildir. Sözgelimi, % 70 oranında etkilere, % 15 oranında nedenler katkıda bulunmuş olabilir ya da % 60 oranında etkilere, % 30 oranında nedenler katkıda bulunmuş olabilir. Ortaya çıkan etkilerin ve nedenlerin toplamının % 100 olması da gerekmez. Burada önemli olan, neden ve ortaya çıkarttığı sonuç arasında, çoğu zaman, bire bir oranında bir ilişki olmadığıdır ve kimi nedenlerin, diğer birtakım nedenlerden daha ağır bastığıdır.

“80/20 ilkesi”nin bizim için iki anlamı vardır. Bunlardan birincisi, her eylemimizin eşit bir değerinin olmadığıdır. Her ne yaparsak yapalım, yaptıklarımızın bir bölümü daha büyük önem taşır. Dolayısıyla, daha azıyla daha çoğunu başarmamız olanaklıdır. Bu bağlamda, şu iki soruyu kendi kendimize sorabiliriz: (1) Pek bir değeri olmayacak eylemleri nasıl belirler ve bunlardan nasıl uzak dururuz? (2) Bizi daha mutlu edecek, daha doyumlu olmamızı sağlayacak ve daha etkili olacak eylemlere, nasıl, bütün gücümüzle odaklanabiliriz?

İkinci bir konu, ne denli çok çalışırsak, o denli başarılı olacağımızın bize öğretilmiş olmasıdır. Bu bakış açısı bir ölçüde doğrudur, ancak çok çalışmak, bizi bir anlamda tüketebilir. Daha doğrusu, daha verimli bir biçimde çalışmaktır. Daha az bir çabayla, daha iyi sonuçlar alabilmektir. Daha iyi sonuçlar alabilmek için, daha anlamlı işler yapabilmek gerekir.

“80/20 ilkesi” yaşamdan daha çoğunu elde edebilmekle ilgili bir kuraldır. Bir sonuç vermeyen, boşuna çabalarla, zamanını ve içsel gücünü tüketmek yerine, daha verimli çabalarla, daha iyi sonuçlar almayı amaçlar. Sonuç olarak, “80/20 ilkesi”nin amacı, daha az çabayla (ama daha verimli çabayla), daha çoğunu elde edebilmektir.

Ancak bu konudaki yanlış anlamaları da düzeltmek gerekir. “80/20 ilkesi” gereksiz işleri hiç yapmamak demek değildir. Ev işleri yapmak, alışverişe çıkmak gibi, yapmamız gereken kimi sıradan işler, öyle çok değerli olmayabilirler. Ancak bunları yapmayacak olursak, sonuçlarından olumsuz etkileniriz. “80/20 ilkesi”, önemli işlere daha çok zaman ayırmayı, önemsiz işlere daha az zaman ayırmayı, bir değeri olmayan, diğer bir deyişle, yapılmazsa bir fark yaratmayacak işleri ise hiç yapmamayı önerir. “80/20 ilkesi”, hiç çaba göstermemeyi ve tembelliği savunmaz, ancak daha verimli bir çaba göstermenin gerekli olduğunu söyler. “80/20” ilkesi ile ilgili bilgiler, daha çok iş yaşamı ile ilgili bilgiler olarak verilmiş olmakla birlikte; bu ilke, ilişkilerimiz, amaçlarımız, alışkanlıklarımız (ancak alışkanlıklarımızın % 20’si bir fark yaratır), sağlığımız (eylemlerimizin % 20’si sağlığımız için çok büyük önem taşır) ve ruh sağlığımız için de geçerlidir.

Dolayısıyla, “80/20 ilkesi” doğrultusunda, en büyük değişikliği yaratacak amaçlara öncelikle odaklanmamız gerekir. En hızlı çözüm sağlayacak girişimleri öncelememiz gerekir.

Bunun için, öncelikle “80/20” amaçlarınızı iyi belirlemeniz gerekir. Bunlar, ulaştığınızda, toplam mutluluğunuzun çoğunu sağlayacak olan (sizi çok daha mutlu edecek olan) öncelikli amaçlarınız olmalıdır. Bu amaçlar, yaşam amacınızın alt başlıkları olabilecek birkaç amaçla sınırlandırılmalıdır.

Sonra, bu amaçlara ulaşmak için seçilebilecek birtakım yollar vardır: Az çaba göstererek, az ödüllendirilmek; çok çaba göstererek, az ödüllendirilmek; çok çaba göstererek, çok ödüllendirilmek ve az çaba göstererek, çok ödüllendirilmek… Bunlardan hangisi seçerdiniz? Az çaba göstererek, çok ödüllendirilmeyi seçtiyseniz, bu bir “80/20” yoludur, en iyi sonuçları elde edebilmek için en yalın yoldur. Bir amacınıza ulaşmak isterken, seçebileceğiniz yollardan hangisinin bu yol olduğunu iyi belirlemeniz gerekir.

Başarı sağlamanın diğer bir belirleyicisi “80/20” eylemlerine girişmektir. Hemen bir eyleme girişmektense, bir adım geri giderek resmin bütününe bakmak gerekir. Amacınıza ulaşmak için ne gibi eylemlerde bulunabilirsiniz ve girişeceğiniz hangi eylemler daha etkili olacaktır. Yapılacak olsa iyi olanlar mı, yoksa yapılması gerekenler mi, yoksa yapılması kaçınılmaz olanlar mı? Hangilerine öncelik tanımanız gerekir? Dolayısıyla, sağlam bir öngörüde bulunarak, daha etkili eylemlere girişmeniz gerekir.

Bu yaklaşımlar bütün yaşam alanlarına uygulanabilir. Ne gibi alışkanlıklarınız var? Hangi alışkanlıklarınız yaşam niteliğinize daha çok değer katıyor ve daha nitelikli yaşamanızı sağlıyor? Ne gibi değerli alışkanlıklarınızı pekiştirmeli, hangilerinden uzak durmaya çalışmalısınız?.. Ne gibi düşünceler içindesiniz? Bunlardan hangileri işe yarar düşünceler, hangileri sizi iyi hissettiriyor? Bunların hangileri üzerinde daha çok odaklanmalısınız, hangileri üzerinde düşünüp durmaktan uzak durmalısınız?.. Sağlığınız söz konusu olduğunda, öncelikli olarak geliştireceğiniz hangi tutum ve davranışlar sağlığınız için daha iyi olur?.. Ne gibi bir ilişkiler ağı içindesiniz? Aileniz, diğer yakınlarınız, arkadaşlarınız, iş arkadaşlarınız, tanıdıklarınız… Bunlardan hangileri ile daha yoğun bir iletişim içinde olmak sizi ruhsal açıdan besliyor. Bu kişilerle geçirdiğiniz zamanı nasıl artırabilir, sizi tüketen ve sizi aşağı çeken insanlardan nasıl uzak durabilirsiniz?.. Sevdiğiniz işi mi yapıyorsunuz? Sevdiğiniz bir işte çalışmıyorsanız, bunun için ne gibi bir “80/20” yolu izleyebilirsiniz? Sevdiğiniz işi yapıyorsanız, yapmaktan en çok keyif aldığınız alt işler neler? Yaptığınız işe daha büyük bir tutkuyla sarılmak için, severek yaptığınız bu alt işleri nasıl daha büyük bir sıklıkla yapabilirsiniz?.. Genel üretkenliğiniz nasıl? Yaptığınız hangi % 20’lik kesim, sizin için daha değerli ve sizi daha mutlu ediyor? Bu % 20’lik payı nasıl daha artırabilirsiniz? Yapmaya değer bulmadığınız ve bir işe yaramadığını düşündüğünüz işlerden nasıl kurtulabilirsiniz?..

“80/20 ilkesi”ni yaşamınıza ve yaşam alanlarınıza nasıl uygulayabileceğinizi düşünmenizde büyük yarar var. Önce, ilişkiler ya da sağlık gibi küçük bir yaşam alanıyla başlamalı, sonra bir başka alana geçmelisiniz. Daha az, ancak daha değerli ve daha verimli bir çabayla daha çoğunu elde edebilirsiniz…

Demokrat Olmak

Demokrat olmak ne demektir?..

İnsanların, dış dünyayla olan ilişkileri, kendi iç dünyalarında, kendi kendileriyle kurdukları ilişkilerin dışa yansımalarından oluşur. “Dünya bizim aynamızdır; içimizde ne varsa, dışarıda da onu görürüz.”

Kendi içinde, kendine karşı bile demokrat olamayanlar, bulundukları ortamlarda da demokrat olamazlar.

Kendi içinde demokrat olabilmek ne demektir?..

Kendi içinde demokrat olabilmek demek, esnek düşünebilmek demektir.

Kendi içinde demokrat olabilmek demek, kendini geliştirmeye, kendini yenilemeye açık olmak demektir.

Kendi içinde demokrat olabilmek demek, yeni görüş ve düşüncelere açık olmak demektir.

Kendi içinde demokrat olabilmek demek, yeni bilimsel kanıtların, yeni verilerin ve bilgilerin ışığında düşüncelerini değiştirebilmek demektir.

Kendi içinde demokrat olabilmek demek, kendi doğrusunun en doğru olmayabileceğini kabul edebilmek demektir.

Ayrıca, toplum içinde, bir arada yaşamanın törel (ahlaki) ve yasal kurallarına uymak koşuluyla,

herkesin kendisi olmaya hakkı vardır;

herkes, kendi özdeğerlerine göre yaşayabilir;

herkesin, tartışmaya açmak istemediği, kendince kutsal değerleri olabilir;

herkes, evrenin bilinmezliğini kendince açıklayabilir;

herkes, kendi bakış açısıyla haklı olabilir;

herkes, kendisi için belirlediği, kendisi için anlamlı bulduğu amaçlarının peşinde koşabilir;

herkes için yaşam daha değişik bir anlam taşıyabilir;

herkes, kendi amaçlarına ulaşmak için kendince doğru bulduğu yolu izleyebilir

diyebilmek ve başkalarına özgürlük tanıyabilmek demektir.

Ayrıca, başkalarına, kendisine davranılmasını istediği gibi davranabilmektir. (Bir bakış açısıyla, başkalarına kötü davrananlar, gerçekte kendilerini sevmeyen ve kendilerine saygı duymayan kişilerdir.)

Herkesden değişik olmaktan değil, herkese benzer olmaktan korkmalıyız. Tek sesli değil, birlikte güzel ezgiler çıkaran, çok sesli bir toplum olabilmeliyiz. Demokrasi budur…

Birbirimizin özgürlük alanına girmedikçe; birbirimizin ayağına basmadıkça; birimiz, bir diğerimizin aldığı soluğu tüketmedikçe; birbirimizden değişik düşünelim, bunun hiçbir sakıncası yoktur…

Kendi düşüncelerini başkalarına dayatmaya çalışmak (“Herkes benim gibi düşünmeli!..” demek), hatta bunun için şiddet yoluna başvurmak, kişinin kendisiyle ve kendi düşünceleriyle barışık olmadığının, kendi düşüncelerini içselleştiremediğinin ve kendi düşünceleriyle içten içe büyük bir çatışma içinde olduğunun ve bunu dışa vurduğunun en büyük göstergesidir. Oscar Wilde, “Herkes benim gibi düşünüyorsa, yanılmış olmaktan korkarım” demiştir ve belirli tek bir görüşün dayatılmasının ne denli sağlıksız olduğuna vurgu yapmıştır…

Ancak, kendi içinde demokrat olabilenler, toplumda da demokrat olabilirler. Yeni ortaya çıkan veriler, bilgiler, kanıtlar ve koşullar karşısında, daha değişik düşünmeye, seçenek düşünceler geliştirmeye yatkın olursak, yaratıcı düşünebilirsek, ancak o zaman kendi içimizde demokrat olmuş oluruz ve ruh sağlığımızı koruyabiliriz. Aynı düşüncelerle yola çıkıp, benzer biçimde davranıp, değişik sonuçlar alabileceğini ummak, kendi başına bir ruh sağlığı bozukluğu nedenidir. İşte bu yüzden, kesin inançlı (dogmatik) düşünenlerin, genelde ruh sağlıklarının bozuk olduğundan söz edilebilir. Çünkü kendi doğruları, en doğrudur ve böyle düşünüyor olmaları, her ne sonuç getiriyor olursa olsun, bundan bir türlü vazgeçemezler ve hiçbir biçimde, kökleşmiş yerleşik düşüncelerini sorgulamazlar. Richard Feynman’in güzel bir sözü vardır: “Sorgulanmayan yanıtlarım olacağına, yanıtlanamayan sorularım olsun isterim” der. Bilinmezliklerle barışık olabilmek (bilinmezlikler için uyduruk açıklamalar yapmamak) ne denli önemli ise, verilen hiçbir yanıtı “kesin doğru” olarak kabul etmemek de o denli önemlidir…

İster birey düzeyinde olsun, ister toplum düzeyinde… demokratlık, bir yönetim biçimi olmaktan çok, bir ilkeler topluluğudur ve gerek toplumun, gerekse o toplumu oluşturan bireylerin ruh sağlıklarının önemli bir belirleyicisidir…

Depresyon Hastalığının Öncü Belirtileri

Bir kişinin, depresyona girdiğinin birtakım öncü belirtileri vardır:

  • Kişi, birden sessizleşir, daha az konuşmaya başlar.
  • Kendisine yöneltilen sorulara kısa kısa yanıtlar vermeye başlar.
  • Yalnız kalmak istediğini belirtir. İnsanlardan uzak durmaya çalışır. Çok insan olmayan ortamlarda bulunmayı yeğler.
  • Katıldığı herhangi bir etkinlikten erken ayrılmak için birden bir özür bulur.
  • Sorumluluklarından kaçmaya çalışır.
  • Sıklıkla, “Çok yorgunum” der, hiç gücünün kalmadığını söyler. Kendini bir “yük” gibi görmeye başlar.
  • Bitmiş tükenmiş bir dış görünümü vardır. Genellikle üzerinde bir uyuşukluk vardır.
  • Dinlendirici bir uyku uyuyamadığını söyler.
  • Yediği yemeklerin, onun için bir tadı tuzu yoktur. Yeme isteği azalır ve yemek saatlerini atlayabilir ya da yeme isteği çok artar.
  • Kendine bakmamaya, kendine özen göstermemeye başlar.
  • Günlük, sıradan etkinlikleri (banyo yapmak gibi) yapamayacak denli bitkin olduğunu söyler.
  • Genel bir isteksizlik içindedir, canı hiçbir şey yapmak istemez. Hiçbir şey ilgisini çekmez. Hiçbir şeyden zevk almamaya başlar.
  • Duygusal açıdan çökkündür, ağlamaklı bir görünüm sergileyebilir.
  • “İyiyim” der, ancak gözleri ve vücut dili bunu göstermez.
  • Soğuk ve duygusuzmuş gibi bir izlenim bırakabilir.
  • Duygusal olarak insanlardan uzaklaşmış, kendi dünyasında gibidir.
  • Kendini geri çeker, toplumsal katılımı azalır, kendini başka eylemlerle oyalamaya çalışır (telefonuyla oynama, internet’te aşırı oyalanma gibi).
  • Yaptığı etkinliklere odaklanamadığı görülür. Karar vermekte güçlükler çekebilir ya da yanlış kararlar verebilir. Unutkanlıkları başlar.
  • Ağrıya dayanıklılığı azalır, kaslarında ağrı ve sızılar başlayabilir, baş ağrısı çekebilir, göğüs ağrıları, sırt ve karın ağrıları olabilir.
  • Sıradan kabul edilebilecek birtakım söz ve davranışlara takılır ve kırılganlık gösterir. Yanlış anlaşıldığını düşünür. Kızma eşiği düşer, gergin ve sinirli olur, sıklıkla öfkelenir, aşırı duygusal tepkiler gösterebilir.
  • Kendine olan güveni azalır. Kendini yetersiz hissetmeye başlar. Olmadık olaylar için kendini eleştirmeye, suçlamaya başlar. Pişmanlıklarını dile getirir.
  • Gelecekle ilgili tasarılar yapmaktan kaçınmaya başlar.
  • Yaşamın anlamsız bir biçimde geçip gittiği düşüncesi içindedir ve yaşam sevinci duymaz. Yaşamla olan bağlarını koparmış gibidir ve kendisini yaşama bağlayan pek bir değerin kalmadığını düşünmeye başlayabilir.
  • Zaman zaman “yaşamaya değmez” olduğunu bile düşündüğü olur.

Bu gibi belirtiler gösteren kişilerin, hiç zaman geçirmeden, bir psikiyatriste ya da klinik psikoloğa başvurmaları gerekir. Başvurulan uzman, depresyonun türünü (değişik depresyon türleri vardır ve her biri için çok özel tedavi yaklaşımları vardır) ve ağırlık derecesini belirledikten sonra, psikoterapi, ilaç tedavisi ve elektrokonvülsif tedavi (EKT) seçeneklerini değerlendirecek; gerekiyorsa, hastalığın yinelemesini önlemek üzere, tedavi sonrası koruyucu önlemler almayı düşünecektir.

Depresyon, kimi zaman, kendiliğinden de düzelebilir. Ancak, depresyonun kendiliğinden düzelmesini beklemek, çıkan yangının kendiliğinden sönmesini beklemeye benzer. Toplumda, her altı kişiden birinde (kadınlarda iki kat daha büyük sıklıkta), yaşamın bir döneminde ortaya çıkabilen bu hastalığın neden olabileceği yıkımı öngörmek ve gerekli önlemleri bir an önce almak gerekir, yoksa çok üzücü sonuçlarla karşılaşılabilir…