Aidiyet

Bütün kültürlerde ve altkültürlerde, insanlığın ortak özelliklerinden biri “aidiyet” ve başkalarınca kabul görme gereksinmesidir. İnsanların, aileleriyle, ortak yönleri olan arkadaşlarıyla, benzer eğlence uğraşı (hobisi) olan kişilerle, aynı takımı tutanlarla, aynı dinsel inancı taşıyanlarla ve benzer siyasal görüşü olanlarla bir arada olmak istemelerinin, birlikte zaman geçirmelerinin başlıca nedenlerinden biri budur.

Ünlü psikolog Abraham Maslow’a göre, insanın “kendini gerçekleştirme”si için gerekli olan beş temel gereksinmeden biri aidiyet gereksinmesidir. Beslenme ve uyku uyuma gibi fizyolojimizle ilgili gereksinmelerimizden ve güvenlik gereksinmemizden hemen sonra gelen gereksinmemiz budur.

Aidiyet duymanın birtakım ruhsal ödülleri vardır:

  • Gereksinilmek yaşama anlam katar: Belirli bir gruba ait olunca gereksiniliyor olmak, yaşama daha çok anlam katar ve kişinin yaşama isteğini artırır. Aidiyet gibi dış etkenlerden bağımsız olarak, kişinin yaşamak için güçlü kişisel nedenlerinin, içsel bir anlamının olması en iyisidir, yoksa yaşama bağlanma bağlamında çok kırılgan olabilir; ancak birçok insan için, ancak yüksek aidiyet önemli bir yaşam nedeni olur.
  • Bir gruba ait olmak, kişinin benlik saygısını artırır: Özellikle ait olunduğu hissedilen grup birtakım başarılar gösterirse, kişinin benlik saygısı da bununla birlikte artar (kişinin tuttuğu takım bir gol attığında, “Nasıl gol attık!..” demek gibi…). Kişi, ait olduğunu hissederse, bu durum, sevildiği ve istendiği duygularını da birlikte getirir, dolayısıyla kişi kendisini daha değerli hisseder. Daha iyisi, kişinin yüksek bir aidiyet duygusu taşımadan, kendini, bir koşula bağlamadan, içten içe değerli hissetmesidir. Bu da, büyük ölçüde, kendine güven ve kendini koşulsuz kabul ederek kendini sevme ile sağlanabilecek bir durumdur, ancak çoğu insanın bunu başarabildiği pek söylenemez.
  • Ait olunan grup bir kimlik algısı yaratır: Daha doğrusu, kimlik algısının, dış etkenlerden değil, kişinin kendi içinden gelmesidir; ancak çoğu kişi, ait olduğu grupla birlikte bir kimlik bulur. Ait olduğu grup ona bir kimlik verir. “Sen kimsin?” diye sorulacak olursa, çoğu kişi, kendisini, işi, dini, etnik kökeni gibi aidiyetleriyle tanımlar. Ancak kişinin gerçek kimliği bunların hiçbiri değildir. Kişinin gerçek kimliği, çok kendine özgü ve ancak kendi içinde bulabileceği bir tanımdır. Kişinin, biricik ve eşsiz olduğu gerçeği, en büyük gerçekliktir.
  • Bir gruba ait olmak, destek gördüğü duygusu verir ve bir güç sağlar: En iyisi, gücü başkalarından değil, kendinden almaktır; ancak insanlar kendilerini, kendi başlarına güçlü hissedene dek ya da güçlenene dek, belirli değerleri savunan bir gruba ya da gruplara ait olarak ve bunlara büyük bir sevgi besleyerek ayakta durabildiklerini düşünürler. Bundan güç alırlar.
  • Bir gruba ait olmak, kişinin yaşamını yönlendirir: İnsanlar, yaşamda ne yapmak istediklerini bilemedikleri, nasıl bir yönde ilerlemelerinin daha doğru olduğunu kestiremedikleri zaman, ait oldukları grubun diğer üyeleriyle bir toplumsal karşılaştırma yaparak, kimi zaman da onlarla bir özdeşim kurarak kendilerine bir yön çizerler.
  • Benzer değerler taşıyan gruplar, kişinin kendisini daha kolay ifade etmesini sağlarlar: Kişinin kendini özgürce ifade edebiliyor, dışa vurabiliyor olması ruh sağlığı için bir gerekliliktir. Bununla birlikte çoğu insan, ancak yüksek aidiyet gösterdiği grupların sağladığı ortamlarda kendilerini ifade edebilme yürekliliği gösterebilirler. Başka ortamlarda kendilerini büyük bir baskı altında hissederler.
  • Bir gruba ait olmak, dış dünyaya bir anlam katar: İnsanların dış dünyayı nasıl tanımladıkları, gerçekte kendilerinin bir dışavurumudur. Yüksek bir aidiyet üzerinden, dünya ile ilgili (olumlu ya da olumsuz) basmakalıp birtakım düşüncelere sahip olmak, insanların dünyayı algılamalarını kolaylaştırır. Benzer aidiyetleri olanlar, böyle bir kolaycılık içinde, dünya ile ilgili benzer çıkarımlar yaparlar.

Bir toplumda, bir kesim insanın, giderek yoksullaşmasına ve nitelikli yaşam ölçülerini giderek düşürmek durumunda kalmasına karşın, siyasal tercihini değiştirmiyor olmasının altında yatan önemli nedenlerden biri, yüksek aidiyet duygusunun olması ve böyle bir aidiyet duygusu bağlamında bir kimlik buluyor olmasıdır. Özdeşim kurarak yarattığı bu kimliğinden de bir türlü vazgeçemiyor olmasıdır. Çünkü, onun için, yarattığı bu kimlik algısından vazgeçmek demek, kendinden vazgeçmek demektir. Belki de, Maslow, günümüzde yaşasaydı, kendini gerçekleştirme aşama sırasını bu bağlamda değiştirir ve aidiyeti, aç kalmama gibi temel bir insan fizyolojik gereksinmesinin önüne bile çekerdi…

Rahatlık Alanı

Rahatlık alanı (İngilizce’si “comfort zone”), herhangi yeni bir girişimde ya da atılımda bulunmayı göze almadığımız, alışageldik eylemlerimizi ve alışkanlıklarımızı hiç değiştirmeden sürdürdüğümüz güvenli bir yerdir, ancak bu yerde kaldıkça bir gelişme de sağlayamayız. Burası, yalnızca bir yer olmaktan çok zihinsel bir kavramdır. Bizi sarıp sarmalayan güvenli bir alan olmakla sınırlı kalmayıp, günlük, sıradan tutum ve davranışlarımızı ve düşünce biçimimizi de kapsayan bir alandır.

Değişme ve gelişme, ancak rahatlık alanının dışına çıkılabilirse gerçekleşir. Ancak bir de, aşırı korku duyulan bir panik alanı vardır. Dolayısıyla, rahatlık alanının ne olduğu ve bunun sınırlarının dışına çıkınca bizi neler beklediği ile ilgili bilgi sahibi olarak yaşamımızda bir denge kurabiliriz.

Rahatlık alanı kavramı, psikologlar Robert M. Yerkes ve John D. Dodson’ın, 1908 yılında yaptıkları deney sonucunda, göreceli rahatlık durumunun, durağan bir başarım (performans) düzeyine neden olduğunu açıklamalarına dayanır. Bu biliminsanları, başarımı artırmak için, kendi rahatlık alanımızın dışına çıkarak, belirli düzeyde bir kaygı yaşamamız gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Buna da “Yerkes-Dodson Yasası” adı verilmiştir. Bu kurama göre, belirli bir amaca ulaşma isteği ve çabası, başarı beklentisi ya da belirsizlik düzeyi % 50 gibi bir orana ulaşana dek giderek artar; ancak bu oranın üzerine çıkınca yılgınlık başlar, istek ortadan kalkar ve kaygı düzeyi, kişinin dengesini sarsacak ve yanlış yapmasına neden olacak denli yükselir ve panik duygusu ortaya çıkar.

Rahatlık alanı, oturma odamızdaki geniş koltuğumuz gibidir. Dışarıya çıkıp yeni bir arayışa girmektense, bu koltukta oturmayı ya da bu koltuğa uzanmayı yeğleriz. Yıllarca aynı işi sürdürürüz, hep alışageldiğimiz yerlerden alışveriş yaparız, gittiğimiz restoranları hiç değiştirmeyiz, tatil için her yıl aynı yere gideriz, hep aynı insanlarla görüşürüz. Bu, bizim, eleştirilmeye karşı verdiğimiz genel bir tepki yoludur, birtakım eylemlere girişmeyi göze almayı gerektirecek fırsatları nasıl değerlendirdiğimizdir, hatta yakınlarımızla ilişki kurma biçimimizdir…

Rahatlık alanı, kendimizi güvende hissettiğimiz ve kaygı ya da korku duymadığımız ruhsal bir durumdur. Tam olarak bildiğimizi ve her konunun denetimimiz altında olduğunu düşündüğümüz bir yerdir. Bizi ne beklediğini bildiğimizi “sandığımız” bir yerdir. Belirsizliği en aza indirerek, her şeyin az ya da çok denetimimiz altında olduğunu hissederiz, dolayısıyla bu alanda güvende olduğumuza inanırız.

Bu alanda kalabilmek için hiçbir yeni girişimi göze alamayız ve belirsizliklerden uzak durmaya çalışırız. Bu da yaşama karşı edilgin bir tutum takınmamız anlamına gelir. Gerçekte, güvende olma duygusu, bedel ödeten bir duygudur; böyle olunca yaşam coşkumuzu da yitirir, tekdüze ve duygusuz bir yaşam süreriz. Belirli yerlere takılakalmanın, belirli alışkanlıkların dışına çıkamamanın, belirli gelenek ve göreneklerin dışında davranamamanın ve bir biçimde bir yenilik getirecek her türlü yeni durumdan kaçınmanın nedeni budur; çünkü bunlar bir anlamda bir belirsizliktir ve yeni bir kargaşa doğuracaktır. Bu yüzden, üstesinden geldiğimizi düşündüğümüz bir rahatlık alanımız olduğunu söyleriz, oysa bu alan bizim üstemizden gelir. Rahatlık alanı, gerçekte, artık çok rahat bir alan olarak kalmayabilir. Korkudan kaçma, başarısızlık ya da bilinmezlik korkusu duyma alanı olur. Montaigne’in deyişiyle, “Acı çekmekten korkan kişi, korktuğu şeyin acısıyla zaten kıvranıyordur.” Öte yandan, “Limanda duran gemiler de güvendedir, ancak gemiler limanda durmak için yapılmamışlardır.”

Rahatlık alanımız, bizim yıllar içinde yavaş yavaş edindiğimiz bir alan olduğu için çoğu zaman bunun içinde tutuklu kaldığımız gerçeğinin ayrımında bile olmayız. Alışkanlıklarımıza ve yaşam biçimimize öyle alışmışızdır ki, bütün bunların gelişme gizilgücümüzü (potansiyelimizi) nasıl sınırlandırdığının ayrımında da değilizdir. Oysa, “Bir kuşun ötmeye başlayabilmesi için, önce kabuğunu kırması gerekir.”

Rahatlık alanımızın dışına çıkmamızın gerekli olduğunu gösteren birtakım belirtiler vardır:

  • Bu alanda kaldıkça, sahip olduğumuz bakış açısının bize yaşattığı duygular çok sığ kalır. Yaşamı dolu dolu yaşayamayız.
  • Büyük bir ilgisizlik ve isteksizlik içinde oluruz, hiçbir yeni tasarı bizi yeterince coşkulandıramaz.
  • Yeni birtakım görüş ve düşüncelere kapalı oluruz, bütün bunların temel inanç dizgemize (sistemimize) aykırı geldiğini düşünürüz.
  • Herhangi yeni bir girişimde ya da atılımda bulunmaktan korkarız, bunları göze alamayız; kazanacak olmaktan çok, yitirecek olduğumuz düşüncesiyle, karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmek istemeyiz. Oysa, “Büyük başarısızlıklar, yitirmeyi göze alanlarda değil, göze almayı başaramayanlarda görülür.”
  • Aylardır ya da yıllardır aynı şeyleri yapıyor oluruz, yeni şeyler denemenin yarattığı hazzı unutalı çok olmuştur. Yalnızca sağkalmayı sürdürürüz.
  • Toplumdan kopmuş gibiyizdir ve her şey bize anlamsız gelir, çünkü yaşamımızın olağan günlük akışında bizi coşkulandırabilecek bir şeyi artık bulamayız. “Yalnızca ölü balıklar akıntıya kapılırlar” deyişi bağlamında kalmışızdır.
  • Yaşamımıza yeni bir renk katacak, yeni bilgiler edinmez ya da yeni beceriler kazanmayız. Yaşadığımız biçimiyle iyi olduğumuzu düşünürüz, ancak çok derinlerde, çok büyük bir boşluk içindeyizdir. Nelson Mandela bu konuda şöyle demiştir: “Hiçbir zaman yitirmem, ya kazanırım ya da öğrenirim.”

Rahatlık alanının dışına çıkmanın birçok iyi yanı vardır:

  • Zor günler için iyi bir hazırlık yapmış oluruz. Rahatlık alanında kendimizi güvende hissetmek, bizi, beklenmedik bir biçimde ortaya çıkabilecek ve büyük belirsizlikler taşıyabilecek olan, olası yaşam sorunlarından korumaz. Değişikliklere alışmış değilsek, bu gibi sorunlar bizi altüst edebilir, hatta birtakım ruhsal sorunlara neden olabilir. Rahatlık alanının dışına çıkabilmiş insanlar, yeniliklerle baş etmeyi öğrenmişlerdir ve ruhsal açıdan daha donanımlı olmuş olarak, öngörülemeyen olayları ve belirsizlikleri daha iyi yönetirler. Çünkü, güçlükler güçlendirir.
  • Daha yaratıcı oluruz. Rahatlık alanı, bildiğimiz bir alandır, bildiklerimizle sınırlıdır. Dışarıda, keşfedilmesi gereken başka bir dünya daha vardır. Rahatlık alanında büyük görüşler ya da yeni buluşlar yoktur. Yaratıcılık için esin kaynağı olmak üzere, bilinenin ötesine geçmek gerekir. Ancak böyle, yeni görüş ve düşünceler yaratabiliriz, ancak böyle geçmiş sorunlara yeni bir bakış açısıyla bakabilir ve olaylar arasında özgün bağlantılar kurabiliriz.
  • Daha üretken oluruz. Rahatlık, üretkenliği öldürür, çünkü zamanında yetiştirmeye çalışma ve beklentileri karşılama ile ilgili belirli ölçüde bir kaygı duymazsak, ortalama sonuçlar almak üzere, gerekenin en azını yapmaya eğilim duyarız. Diğer bir deyişle, rahatlık alanında kalmak, bizi ortalamaya yakınlaştırır ve kendimizle, olduğumuz haliyle, yetinmemize yol açar, dolayısıyla kendimizi geliştiremeyiz. Kimi zaman, yapmaktan en çok korktuklarımız, bir kez yapmayı göze alınca, en büyük kazanımlarımız olur. “Yüreklilik, hiç korkmuyor olmak değil, korkuyu yenebilmek” olarak tanımlanır.
  • Sınırlarımız daha da genişler. Rahatlık alanının dışına bir kez çıkınca, bu alan genişler, diğer bir deyişle değişmeye daha açık oluruz. Böyle bir tutumu benimsemek, belirli düzeyde bir kaygıyla, çok rahatsızlık duymadan, baş etmemizi sağlar.
  • Kendimize güvenimiz artar, özgüven kazanırız. Rahatlık alanının dışına çıkmak bir ölçüde korkutucudur, ancak bunu yapınca ve amaçlarımıza ulaşınca, kendimize olan güvenimiz artar ve kendimizi daha güçlü hissederiz. “Gerçek başarı, başarısızlık korkusunu yenmektir.” Bunun yanı sıra, engelleri aşmak için gösterdiğimiz çaba, bize yeni birtakım baş etme becerileri kazandırır ve bu da güçlüklerle baş etme donanımımızı artırır. “Engeller, sıradan insanlar, sıradışı olsunlar diye tanınmış fırsatlardır” diye bakılabilir. Ayrıca, “Hiçbir engeli olmayan bir yol bulduysanız, büyük bir olasılıkla hiçbir yere çıkmayacaktır.”
  • Kendimizi daha canlı ve yaşam dolu hissederiz. Rahatlık alanımızın dışına çıkınca yeni insanlar tanır ve yeni deneyimler yaşarız. Kimi, istenmedik deneyimler yaşamış olsak bile, yaşadığımız güzel yaşantılar bize itici bir içsel güç verir. Zamanla içimizdeki boşluğun ortadan kalktığını, çünkü yaşamdan daha çok zevk aldığımızı görürüz.
  • Daha iyi yaş alır, daha güzel yaşlanırız. Yapılan bütün çalışmalarda, rahatlık alanının dışına çıkabilenlerin, yaşlandıkça bilişsel yetilerini daha iyi koruyabildiklerini göstermiştir. Zihni etkin tutmak ve yeni birtakım eylemlerde bulunmayı göze almak, hem zihinsel olarak, hem de toplumsal olarak önemli birer uyarı kaynağıdırlar. Dolayısıyla, rahatlık alanının içinde kalmak, kendini geliştirme alanına geçememek demektir. Yaşamda en büyük pişmanlıkları, genelde, yaptıklarımızdan ötürü değil, yapmadıklarımızdan ötürü duyarız.

Ancak, rahatlık alanının dışına çıkarken yaşanacak kaygıyı denetim altında tutmak gerekir. Her bir kezde bir adım atılması gerekebilir. Yaşadığımız kaygı ya da korku çok yoğun olursa belirli bir süre durmak gerekebilir.

Rahatlık alanının dışına çıkmak önemlidir, ancak bunu bir takıntı haline getirmemek de gerekir. Sürekli bir biçimde rahatlık alanının dışında yaşanamayacağını göz önünde bulundurmak gerekir. Zaman zaman kendimizi güvende hissettiğimiz alana geri dönüp, yaşadığımız deneyimleri ve yeni yaşantılarımızı düşünmek ve bunların “demlenmesini sağlamak” ve işlemek yararlı olur. Sürekli olarak rahatlık alanımızın dışında kalırsak, yeni olaylar, yeni yaşantılar ve deneyimler artık bizi etkilemez olur ve artık bizi coşkulandırmaz, çünkü bunların ortaya çıkartmış olduğu “adrenalin”e alışırız ve buna bile giderek duyarsızlaşırız. Dolayısıyla, çok kısa bir süre içinde, çok sıradışı olan olaylar, sıradanlaşmaya başlar.

Unutmamamız gerekir ki, “Yüzleşmediğimiz korkularımız, bizim sınırlarımızı belirler” ve “Gerçek yaşam, rahatlık alanımızın dışına çıkınca başlar”… Rahatınızı bozun, daha rahat edeceksiniz…

Sorun Çözme Yönelimi

Sorun, genel anlamıyla, istenmedik bir durum karşısında, işlevsel bir sonuç elde etme amacı güderken, bu amaca yönelik olarak gösterilen düşünsel, davranışsal ve duygusal tepkilerin, amacına ulaşmak için yetersiz kalması olarak tanımlanabilir. Gösterilen tepkinin yetersizliği, kişinin kendinden kaynaklanabileceği gibi birtakım dış etkenlerden de kaynaklanmış olabilir.

Gerçekte, soruna bakış açımız, sorunun kendisidir. Çoğu zaman, sorunun kendisi gerçek bir sorun değildir, soruna karşı gösterilen tutum bir sorundur. Bütün kuşlar yağmurda sığınacak bir yer bulurlar, ancak kartallar bulutların üzerinde uçarak yağmurdan kurtulurlar. Sorunlar geneldir, ancak fark yaratan, gösterilen tutumlardır. Nasıl düşünürsek, öyle ele alırız. Sorun yaratan düşünce biçimi, çözüm getiremez. Diğer bir deyişle, belimizi büken, taşıdığımız yük değil, onu nasıl taşıdığımızdır. “Suya düştüğümüz için değil, sudan çıkamadığımız için boğuluruz.”

Bu bağlamda insanlar, sorunlara yaklaşımları açısından, “sorun çözmeye olumsuz yönelimi olanlar” ve “sorun çözmeye olumlu yönelimi olanlar” olarak birbirlerinden ayırt edilebilirler.

Sorun çözmeye olumsuz yönelimi olan insanların özellikleri şunlardır:

  • Bu kişiler, soruna kendilerinin neden olduklarını düşündükleri için, kendi kendilerini suçlama eğiliminde olurlar. Asıl soruna odaklanmaktan çok, kendilerinde bir eksiklik olduğunu düşünürler (örn. “beceriksiz’’, ‘’yetersiz’’, ‘’yeteneksiz’’, ‘’talihsiz’’ olduklarına inanırlar).
  • Bu kişiler, sorunu, genel iyilik ve esenlik durumları için göz korkutucu bir durum olarak algılama eğiliminde olurlar; dolayısıyla hemen ondan kaçmaya ya da çözüm için herhangi bir tasarı kurmadan, buna karşı saldırıya geçmeye kalkışırlar. Sorunu başarıyla çözemeyeceklerine odaklanarak, olası olumsuz sonuçları abartırlar ve bunları korkunçlaştırırlar. Oysa, “Fırtınalar, ağaçların kökünün daha derinlere inmesini sağlarlar” ve bir İngiliz atasözünde söylendiği üzere “Dalgasız denizlerde iyi denizci olunmaz”.
  • Bu kişilerin, sorunun üstesinden gelme beklentileri, yukarıda sayılan nedenlerden ötürü düşüktür, bu yüzden sorunu çözmeye kalkışmadıkları gibi başkalarından yardım isteme girişiminde de bulunmazlar.
  • Bu kişiler, sorunu, yeterli birinin, çok çaba harcamadan hemen çözmesi gerektiği düşüncesi içindedirler. Bunu yapamıyor olmalarını da bir yetersizlik kanıtı olarak değerlendirirler. Ayrıca, bağımsız, çaba harcanan sorun çözme etkinliğine bir değer vermezler. Bir başkasının sorunu çözmesini yeğlerler. Oysa, “Sorumluluklarımızdan kaçabiliriz, ancak sorumsuzluklarımızın sonuçlarından kaçamayız”. Diğer bir deyişle, gerçekleri görmezden gelebiliriz, ancak görmezden geldiğimiz gerçeklerin sonuçlarını göz ardı edemeyiz.

Sorun çözmeye olumlu yönelimi olan insanların özellikleri ise şunlardır:

  • Bu kişiler, sorunları, genelde, olağan, sıradan ve yaşamın kaçınılmaz durumları olarak görürler. Sorunların, kendilerindeki bir eksiklikten kaynaklanmak zorunda olmadığını düşünürler. Sorunlar, çevresel koşullardan ya da değiştirilebilir kişisel birtakım etkenlerden (deneyimsizlik, kararsızlık gibi) kaynaklandığında, bu durumu doğru saptarlar, bunları genel geçer kişisel eksikliklerine ya da yetersizliklerine bağlamazlar. Herhangi bir sorun, kişisel eksikliklerinden ya da yetersizliklerinden kaynaklanmış olsa bile, yalnızca bir insan olduklarını ve her konuda yetkin olmak zorunda olmadıklarını düşünürler. “En güçlü insanlar, her zaman kazanan insanlar değildir, ancak yitirdiklerinde bırakmayan insanlardır.”
  • Bu kişiler, sorunu, öncelikle kaçınılması gereken, göz korkutucu bir durum olarak görmektense, kendilerini geliştirmeleri için uğraş verebilecekleri bir durum ya da bir fırsat olarak görürler. Başaramamayı korkunçlaştırmazlar, bunu, olası bir ‘’düzeltici öğrenme yaşantısı’’ olarak görürler. “Bu, neden benim başıma geliyor?” demektense, “Bana ne’yi öğretmeye çalışıyor?” diye bakarlar. Deneyim, insanın başına gelenler değil, başına gelenlerden öğrendikleridir ya da başına gelen olaylarla baş etme biçiminden edindikleri, kazanımlarıdır. Yanlış yapmaktan korkmamak gerekir, ancak yanlışlarından ders çıkaramamaktan korkmak gerekir. Ayrıca bu kişiler, bir sorunu hiç çözmemeye kalkışmaktansa, çözmeye kalkışıp başaramamanın daha iyi ve daha öğretici olduğuna inanırlar. “Önemli olan hiç düşmemek değil, düştüğünde ayağa kalkabilmektir.” Çünkü, “Yitirilen tek savaş, uğrunda savaşmaktan vazgeçilen savaştır.” Yenildiğimiz an, yenilgiyi kabul ettiğimiz andır…
  • Bu kişiler, sorunların bir çözümü olduğuna ve bunu kendi başlarına bulabilecek yeterlikte olduklarına inanırlar. İnsanlar, ancak, sorunların başarıyla üstesinden gelebileceklerine inanırlarsa üstesinden gelebilirler. “Yapabileceğinize inanırsanız yapabilirsiniz; yapabileceğinize inanmazsanız, haklı çıkarsınız.”
  • Bu kişiler, sorun çözmenin çoğu kez zaman alacağını ve bunun için çok çaba harcanması gerektiğini bilirler. Soruna dürtüsel tepki verme eğilimlerine karşı koyarlar. Ayrıca, ilk ortaya çıkan dürtülerinin ve düşüncelerinin genellikle en iyileri olmadığını, çünkü bunların uslamlamaktan (akıl yürütmekten) çok olumsuz duygulardan kaynaklandığını bilirler. Bağımsız, çaba harcanan sorun çözme girişimine değer verirler ve hızlı bir çözüm bulunamaması karşısında ayak diremeye, direnmeye hazırlıklıdırlar. Bu bireyler, en iyi sorun çözücülerin bile, üstesinden gelinmesi zor sorunları etkin bir biçimde çözmek için düşünmeye zaman ayırmaları gerektiğini bilirler. Yine de, yapabileceklerinin en iyisini yaptıktan sonra, başaramazlarsa, ya sorunun bu biçimiyle çözülemez olduğunu ve yeni bir bakış açısı geliştirmeleri (kabullenme, uzlaşma arayışına girme gibi) gerektiğini anlarlar. Bu durumlarda, sorun çözmenin bir yolu olarak, yardım arayışına girerler. “Önemli olan iyi bir ele sahip olmak değil, kötü bir elle iyi oynamaktır.”

Burada, bu iki yaklaşımı ayıran, değişik birtakım davranış ve tutumlar ortaya çıkmasına neden olan bir temel öğe olduğu görülebilir. Bu, insanların, düşünüş biçimindeki yanlışlardır. Burada, baş etme becerisi kavramı büyük önem taşır. Sorunlara karşı tutumu olumsuz olanlar, özellikle değerlendirici düşüncelerinde, dayatmacı (-meli, -malı biçiminde düşünme), engellenmeye karşı aşırı duyarlı olan, olumsuz her yaşam olayını korkunçlaştıran (buna dayanamıyorum ya da dayanamam, katlanamıyorum ya da katlanamam biçiminde düşünen), kendine ve kendi dışında kalan tüm varlık ve olgulara, hızlı bir şekilde, genel bir değer biçmeye eğilimli kişilerdir. Oysa, “Dünya, olması gerektiği gibi değildir, olduğu gibidir. Onu değiştiren, onunla başa çıkma biçimimizdir”.

Psikologlar D’Zurilla ve Nezu’nun tarafından, sorun çözme terapisi bağlamında tanımlanan, yaşam sorunlarını etkin bir biçimde çözmenin beş aşaması şunlardır:

1. Tutum: Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce, söz konusu soruna karşı ve bununla baş edebileceğinize ilişkin olumlu ve iyimser bir tutum takınmalısınız. “Karamsar, her fırsatta bir güçlük; iyimser ise, her güçlükte bir fırsat görür.”

2. Tanımlama: Olumlu bir tutum takındıktan sonra, bütün verileri elde ederek, sorunu çözmenin önündeki engelleri belirleyerek ve gerçekçi bir amacı açıkça belirterek, sorunu doğru bir biçimde tanımlamalısınız. “Engeller, genellikle, gözümüzü hedeften ayırdığımız zaman gördüklerimizdir.”

3. Seçenekler bulma: Söz konusu sorunu iyi tanımladıktan sonra, çözüm sürecindeki engelleri aşmanız ve belirlenen amaca ulaşmak için değişik seçenekleri araştırıp bulmanız gerekir. “Sahip olduğumuz tek gereç bir çekiç ise, her sorunu bir çivi gibi görme eğiliminde oluruz.”

4. Öngörme: Seçenekleri sıraladıktan sonra, her birinin uygulanması durumunda ortaya çıkabilecek olan, olumlu ve olumsuz sonuçları öngörmeniz ve en az zararla, en çok yarar getireceğini düşündüğünüz ve amacınıza ulaştırma olasılığı en yüksek olan, en iyi seçeneği seçmeniz gerekir. Çünkü, “Birden çok kez aynı yanlışı yapmak, artık yalnızca bir yanlış değil, verilmiş olan bir karardır.”

5. Deneme: Bir eylem tasarısı oluşturduktan sonra bulduğunuz çözümü gerçek yaşamda dener ve işe yarayıp yaramadığını görürsünüz. Elde ettiğiniz sonuçla yetinebiliyorsanız, sorunu çözmüşsünüz demektir. Yetinemiyorsanız, başa dönüp daha iyi bir çözüm arayışına girmelisiniz. “Hiçbir bir insan sorunlarla karşılaşmadıkça mutlu olamaz, çünkü kendini kanıtlamaya fırsatı olmamıştır.”

Sorunlar, kendimizi geliştirmek için önümüze çıkmış fırsatlardır… Önünüze bir taş çıkmış olabilir, bundan duvar mı yaparsınız, köprü mü, bu size kalmış…

Gerçek bilim

Gerçek bilimle, düzmece (sahte) bilim arasında ne gibi ayrımlar vardır?..

  • Gerçek bilim kanıta dayanır ve elde ettiği kanıtlardan birtakım çıkarımlar yaparak sonuçlar çıkartır. Düzmece bilim, bir sonuçla ortaya çıkar, daha sonra buradan geriye giderek, bu sonucu kendince doğrulamaya çalışır.
  • Gerçek bilim, açık tanımlamaları olan kesin terimler kullanır. Düzmece bilim, kafa karışıklığı yaratmak ve gerektiğinde “yan çizmek” için anlaşılmaz bir dil kullanır.
  • Gerçek bilim, birtakım savlar ileri sürerken ölçülü davranır ve ileri sürdüğü savların öneri düzeyinde olduğunu belirtir. Düzmece bilim, elinde bir kanıt olmadan büyük savlar ileri sürer.
  • Gerçek bilim, bütün kanıtları ve görüşleri göz önünde bulundurur. Düzmece bilim, yalnızca işine yarayan kanıtları “cımbızlar”, söylenenlere ya da güçlü olmayan kanıtlara güvenir. “Gördüklerine inanmaz, inandıklarını görür”.
  • Gerçek bilim, araştırmalarını sürdürerek veri toplamaya çalışırken bilinmezlikle barışık olur. Düzmece bilim, her soruya, “uyduruk” da olsa, bir biçimde yanıt verir.
  • Gerçek bilim, özenle seçilmiş ve yinelenebilir yöntemler kullanır. Düzmece bilim, yinelenebilir sonuçlar vermeyen, yanlış birtakım yöntemler kullanır.
  • Gerçek bilim, tutarlı ve geçerli bir mantıksal çıkarım yolu izler. Düzmece bilim, tutarsız ve geçersiz mantıksal çıkarım yolları izler.
  • Gerçek bilim, biliminsanları ile birlikte davranır ve bilim topluluğunun öne sürdüklerini göz önünde bulundurur. Düzmece bilim, biliminsanlarının görüş ve düşüncelerini önemsemeden, kendi başına bir yol izler.
  • Gerçek bilim eleştiriye açıktır. Düzmece bilim, her türlü eleştiriye kapalıdır, eleştirilmeye hiç gelemez.
  • Gerçek bilim, yeni kanıtların ışığında yeni bilgiler oluşturur, kendini yeniler. Düzmece bilim, kesin inançlıdır (dogmatiktir) ve hiç esneklik göstermez. Öne sürdüğü ilk düşüncesinde takılakalmıştır, hiçbir yeni bir kanıt ya da yeni bir veri, bir düşünce, bir görüş ya da bir bakış açısı değişikliği yaratmaz.

Bertrand Russell’ın, “Düşüncelerim için ölmeyi göze alamam, çünkü yanılıyor olabilirim” deyişini bir adım daha öteye götürerek “Düşündüğünüz her şeye inanmayın” diyebiliriz. Çünkü, bilimsel bir yaklaşım sergileyecek olursak, yeni kanıtlar ve veriler doğrultusunda görüşlerimizi değiştirebiliriz.

Ancak, kanıta dayalı, özenle seçilmiş ve yinelenebilir yöntemler kullanan, tutarlı ve geçerli bir mantıksal çıkarım yolu izleyen, başkalarının bulduğu verilerin yanı sıra başkalarının görüş ve düşüncelerini de önemseyen, eleştiriye açık ve yeni veriler ortaya çıktığında kendini yenileyebilen bir yaklaşım, bilimsel yaklaşım olabilir.

Bilimsel düşünmenin üç ayağı vardır. Bunlardan birincisi, deneysel kanıtlara dayanma; ikincisi akılcı düşünme ve mantıksal çıkarımlar yapma; üçüncüsü ise çıkardığı sonuçlardan sürekli bir kuşku duyma, bunlara eleştirel yaklaşma ve bunları sürekli sorgulama, ayrıca yeni verilerin ışığında bunları yenilemedir.

Şimdi, çevrenizde olup bitenlere bu gözle yeniden bir bakın!..

Dogmacı Düşünme

Dogmacılık (kesin inançlılık, dogmatizm), öne sürülen görüş ve düşünceleri, ilkeleri, bir öğretiyi, eleştirinin süzgecinden geçirmeden, kesin doğru olarak kabul edip benimseme yaklaşımıdır. Doğruluğu, deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen, olduğu gibi benimsenen ve bir öğretinin dayanağı yapılan savdır. Kendi görüşlerini bir gerçeklikmiş gibi sunma biçimidir. İnsanlar, dogmacı düşünceler taşıyınca, başka türlü düşünmeye, seçenek görüşlere ve seçenek bakış açılarına kendilerini kapatırlar. Oysa insanlar, kendi görüşlerine aykırı gerçeklikleri görmezden gelmeye kalkıştıkları zaman ve kendi görüşleriyle ters düşen bakış açılarına katlanamadıkları zaman, aslında, her açıdan zor durumda kalırlar. Ancak, genellikle kendileri bunun ayrımında değildirler.

Dogmacı düşünme, katı düşünmeyi de birlikte getirir (“sabit fikirlilik” diye de anılır). Kişinin düşüncelerinde katı olması da işlevsel olmayan duygusal ve davranışsal sonuçlar doğurur. Dogmacı düşünceleri olan ve seçenek açıklamalara izin vermeyen kişiler, kendi beklentileriyle gerçeklikler arasında çelişkiler olduğu zaman büyük bir öfke duyarlar. “Nasıl olur da böyle olur?..” yaklaşımı içinde olurlar. Oysa bu sorunun yanıtı çok yalındır: “Öyle olduğu için öyle oluyordur, çünkü öyledir…” Öyle olması bir gerçekliktir.

Daha sağlıklı düşünme biçimi, katı değil, esnek düşünmektir. Kendi doğrumuzun “en doğru” olmayabileceğini kabul etmektir. Hepimizin birtakım görüşleri vardır, ancak sahip olduğumuz bu görüşleri dogmacı dayatmalara dönüştürdüğümüz zaman (-meli, -malı’larla düşünmeye başladığımız zaman) kendimizi zora sokarız. Sözgelimi, kendi ilişkisinde, yalnızca öyle olmasını istediği için öyle olması gerektiği dayatmasında bulunan bir kişiye “Haklı mı olmak istiyorsun, yoksa mutlu mu?..” diye sormak gerekir. Herkesin birtakım istekleri vardır ve bu son derece doğaldır; ancak bunlar dayatmalara (“Ben, her ne istiyorsam, o olmalı!.. [ya da öyle olmalı!..]”) dönüştürüldüğü zaman mutlu olmak pek olanaklı değildir.

Dogmacı düşünen insanların birtakım kişilik özellikleri vardır. Bu kişiler, genellikle, çelişkileri ve tutarsızlıkları en aza indirme çabası içindedirler. “Tek bir doğru” olması gerektiği dayatması içindedirler. Aykırı, birbiriyle uyuşmaz, birbiriyle bağdaşmaz, çelişkili görüş ve düşünceler üzerinde düşünmekten kaçarlar. Dolayısıyla görüş ve düşüncelerini değiştiremezler. Bu kişiler, genellikle belirsizliğe katlanamazlar. Her bir durum için getirilebilecek her tür açıklama, hiç tartışmasız, kesin ve keskin olmalıdır, olasılıklara yer yoktur. Buradan olmak üzere, ancak tek bir dünya görüşünün ya da inancın doğru olabileceğini varsayarlar, böyle bir önyargı içindedirler. Olası diğer açıklamaların da doğru olabileceğini düşünmek bile istemezler. Düşüncelerinde son derece katıdırlar. Kendi görüş ve düşüncelerine ters düşen bilgileri ve kanıtları görmezden gelmeye çalışırlar, bunları önemsiz bulurlar. “En doğrusu”nu düşündüklerinden emindirler, dolayısıyla başka bir bilgiye gereksinmediklerini düşünürler. Kendi düşüncelerine yakın, “tek bir doğru olduğunu ve bu doğrunun kendi doğruları olduğu”nu savunan toplumsal önderlere büyük bir hayranlık duyarlar. Ayrıca, herkesin benzer görüşte olduğu gruplara katılmayı yeğlerler. Bu kişilerin diğer bir özellikleri de bölümlemedir. Birbiriyle çelişen düşünceleri birbirlerinden ayrı tutarlar ve tutarsızlıkların hiç ayrımında değilmiş gibi bir yaklaşım sergilerler. Bu kişilerin kendileriyle ilgili içgörüleri de son derece düşüktür. Kendi eksikliklerinin ve kısıtlılıklarının hiç ayrımında değildirler. Yaşadıkları sorunların, yaptıkları yanlışların ya da pişmanlıklarının su yüzüne çıkmasından hiç hoşlanmazlar. Onca olumsuz sonuçlarına karşın, sahip oldukları düşüncelerini, sürdüregeldikleri yaşamlarını değiştirmek istemezler. Bakış açılarını, tutum ve davranışlarını, kısaca kendilerini değiştirmeye genellikle kapalıdırlar. Dolayısıyla yeni bir bakış açısı kazandıracak, bilişsel davranışçı psikoterapi yaklaşımlarından kaçarlar.

Duygular bağlamında bakıldığında, bu kişilerin taşıdıkları düşüncelerin tartışmaya açılması onlarda büyük bir kaygı ve korku yaratır. Düşüncelerinin sorgulanabileceği ortamlardan uzak durmaya çalışırlar. Görüşleri tartışmaya açılınca da, yaşadıkları kaygı ya da korkuyu gizlemek için savunucu, saldırgan ve düşmancıl tutumlar sergilerler. Öte yandan, yaşamı sıklıkla anlamsız bulurlar ve bir varoluş kaygısı ya da umutsuzluk yaşarlar. Seçtikleri eylemlerin dünyayı ya da kendi dünyalarını biçimlendirebileceğini düşünmedikleri için yazgıcı (kaderci) bir bakış açıları vardır.

Bu kişiler, davranışsal bağlamda da birtakım özellikler sergilerler. Konum ve güç takıntısı içindedirler, kendilerini ait hissettikleri gruba ilişkin önyargıları vardır, yetkeci bir saldırganlık tutumlarının (“Değil mi ki güç bende, her ne istersem yapabilirim!..”) yanı sıra yetkeci bir baş eğicilik tutumu içindedirler. Alt-üst ilişkilerini çok önemserler ve üst konumdakilere büyük bir saygı gösterilmesi gerektiğini, onların her şeyi hak ettiğini düşünürler. Onlar için önderleri, sorgulanacak kişiler değil, hiç sorgusuz ardına düşülecek kişilerdir. Önderlerine özel birtakım ayrıcalıklar tanınması gerektiğini düşünürler. Ait olduklarını hissettikleri grubu, diğerlerinden daha üstün görme eğilimindedirler. Onlara göre, kendi inançları ne denli doğruysa, başkalarınınki de o denli yanlıştır. Dolayısıyla toplumu kutuplaştırırlar.

Özetle, dogmacı kişilik özellikleri olan kişiler, büyük bir kolaycılık içinde, çok ilkel ve katı düşünen, eleştirel ve sorgulayıcı düşünmekten çok uzak bir biçimde, düşüncelerini ve tutumlarını değiştirmeye büyük bir direnç gösteren ve kendi görüşlerinin doğruluğunu haklı çıkarmak için üstlerine ya da önderlerine koşulsuz boyun eğme eğilimi gösteren kişilerdir.

İnsanın mutlu olmasının önündeki en büyük engel dogmacılıktır. Bilmezlik ve bilgisizlik (cehalet) arttıkça dogmacılık da artacaktır. Eğitimin amacı, sorgusuz bilgi yüklemek değil, düşünmeyi öğretmek olmalıdır.

Kişiselleştirme

Söylenen bir sözü ya da yapılan bir davranışı “kişisel alma”, diğer bir deyişle “kişiselleştirme” ya da üzerine alma, kendini kötü hissetmeye, utanç ya da suçluluk duymaya ve yetersizlik duygularına yol açabilir. Söylenen bir sözü ya da yapılan bir davranışı kişisel almadan, başka bir deyişle kişiselleştirmeden ya da üzerine almadan önce iyi bir düşünün:

  • İnsanların size karşı olan sözleri ya da davranışları, sizinle ilgili olduğundan daha çok, kendileriyle ve kendilerinin dünyayı nasıl gördükleriyle ilgilidir. Söyledikleri ve yaptıkları, kendi gerçekliklerinin dışa yansımasıdır. “Dünya bizim aynamızdır; insanlar, içlerinde ne varsa, dışarıda da onu görürler.”
  • Siz, başkalarının dünyasında, sandığınız denli önemli bir yer tutmuyorsunuz. İnsanlar, olayları, sizinle hiç ilgisi olmayan bir biçimde ele alıyor olabilirler.
  • Başkalarının ne söylediği ya da ne yaptığı sizin elinizde değildir, ancak bunların sizi nasıl etkileyeceği, sizin elinizdedir. “Siz izin vermedikçe, kimse size, kendinizi kötü hissettiremez.”
  • Herkesi mutlu edemeyebilirsiniz, üstelik herkesi mutlu etmek zorunda da değilsiniz. Herkes sizi beğenmeyebilir, üstelik herkese kendinizi beğendirmek zorunda da değilsiniz. Herkes beni sev”meli” ya da herkes beni beğen”meli” demek, bizi mutsuz edebilecek en önde gelen dayatmalarımızdan biridir (-meli, -malı yaklaşımlarımızdan biridir). Başkalarından değer görmek uğruna, ayrı bir birey olduğumuz gerçeğini bırakmaktansa; kendi olup, kendine saygı duymak, kendiyle ters düşmemek, tutarlı ve ilkeli olmak çok daha önemlidir.
  • Bir yanlışınız olmuş olsa bile, siz, sizsiniz ve yanlışlarınızla tanımlanamazsınız. Yanlış yapmış olmanız, yanlış bir insan olduğunuzu göstermez. Yanlış yapmaktan değil, aynı yanlışı yinelemekten korkun. Önemli olan ders çıkarmaktır.
  • Özgüveninizi, benlik değerinizi ve benlik saygınızı, ancak siz, kendiniz artırabilirsiniz; bunu başkalarının eline bırakmayın. Sizin benlik değeriniz, başkalarının sizi iyi değerlendirmesi koşuluna bağlı değildir. Kendinizi koşulsuz sevebilir, kendinize değer verebilirsiniz.
  • İnsanlar, amaçlı bir biçimde sizi incitmek ya da kırmak için değil, yalnızca öyle bir tutum ya da alışkanlık geliştirdikleri için ya da daha iyisinin nasıl olabileceğini bilemedikleri için öyle söylüyor ya da davranıyor olabilirler. Yeterlikleri bu düzeyde olabilir. Başkalarının söz ve davranışlarından siz sorumlu değilsiniz.
  • Ancak kimi zaman, başkaları, bizim kendimizde göremediklerimizi daha iyi görebilirler. Getirdikleri eleştiriler ya da öneriler yapıcı ise ve sizi geliştirecekse, dinlemeye ve göz önünde bulundurmaya değer.
  • İnsanlar sizinle aynı görüşte olmayabilirler. Sizin değerleriniz, değer yargılarınız, yerleşik düşünceleriniz ve inançlarınız nesnel gerçeklikler değildir. Herkes değişik düşünebilir ve olaylara daha değişik bakabilir. Esnek olmak gerekir. Herkesin kendisi olmaya hakkı vardır.

Başkalarının söylediklerini ya da davranışlarını kişisel almak, diğer bir deyişle kişiselleştirmek ya da üzerine almak, başkalarının bize ne söylediklerinden çok, bizim kendimizle ilgili olarak, kendi kendimize ne söylediğimizle ilişkilidir…

Olgunluk

Olgunluk ne demektir?..

  • Olgunluk, kendiyle barışık olmak, içsel dinginlik sağlamış olmak demektir. Kendini koşulsuz sevebilmektir.
  • Olgunluk, kendini başkalarıyla karşılaştırmayı bırakmış olmak demektir.
  • Olgunluk, insanları oldukları gibi kabul edebilmek demektir.
  • Olgunluk, başkalarını değiştirmeye çalışmak yerine, kendi tutum ve davranışlarını değiştirmeye odaklanabilmek demektir.
  • Olgunluk, herkesin kendi bakış açısıyla haklı olabileceğini düşünebilmek demektir.
  • Olgunluk, mutluluğu, satın almakla (maddiyatla) sınırlı görmemeyi öğrenmiş olmak demektir.
  • Olgunluk, birikmiş güzel anılarıyla, kurulmuş sağlam dostluklarıyla kendini varsıl (zengin) hissedebilmek demektir.
  • Olgunluk, bir yandan toplumsal etkileşimlerden zevk alırken, bir yandan da kendiyle kalmanın tadını çıkarabilmek demektir.
  • Olgunluk, gereksinimlerle istekleri ayırt edebilmek ve gerektiğinde isteklerini bir yana bırakabilmek demektir. Sahip olduklarıyla yetinebilmeyi öğrenmiş olmak, “doyumlu olmak” demektir.
  • Olgunluk, sahip olduklarının değerini bilebilmek ve bunlar için gönül borcu duyuyor olmak demektir.
  • Olgunluk, doğadaki, dış dünyadaki ve başkalarındaki güzellikleri görebilmek, bunlara hayranlık duyabiliyor olmak demektir.
  • Olgunluk, çok da denetlenebilir olmayan ve bilinmezliklerle dolu evreni, bir biçimde anlamlandırabilmiş olmak demektir.
  • Olgunluk, “Ben, her ne istiyorsam, o olmalı” demenin gerçekçi olmadığını öğrenmiş olmak demektir. Esneklik gösterebiliyor olmak demektir.
  • Olgunluk, gerçeklikleri olduğu gibi kabul edebiliyor olmak demektir. “Nasıl oluyor da böyle…?” (“Böyle olmamalı!..”) diye sorup, işlevsiz bir tepki göstermektense; “Değil mi ki öyle…“ diyerek, gerçekliklerle barışıp, işlevsel bir karşı tutum almayı öğrenmiş olmak demektir.
  • Olgunluk, geçmişte yapılan yanlışlardan ötürü kendini suçlamamak, bunlardan gereken dersleri çıkartmış olmak, gelecek için yersiz yere kaygılanmamayı öğrenmiş ve iyimser olmak demektir. An’ı yaşayabilmek, an’a odaklanabilmek demektir… Yaşadığı an’ın tadını çıkarabilmek demektir.

Her yeni yıl bizi bir ölçüde daha da olgunlaştırıyor…

Yaşamdan doyum bulacağınız, yaşamı dolu dolu yaşayacağınız, sağlıklı ve mutlu bir yeni yıl dilerim. Esen kalın…

Bağlanma Kuramı

Bağlanma kuramı, anababalık tutumu ile ilgili olarak, üzerinde en çok çalışılmış olan kuramlardan biridir. Daha çok erken çocukluk yıllarıyla ilgili olan bu kuram, çocukla, kendisini yetiştiren (genellikle anne) arasındaki ilişkiye odaklanır. Ancak bu ilişkinin, sevgililik ilişkisi de içinde olmak üzere, daha sonraki ilişkilere de yansıdığını öne sürer.

Anababaların, anababa olmaktan kaynaklanan birçok görev ve sorumlulukları vardır. Anababalar, çocuklarına birçok konuda bilgi verirler, onları terbiye ederler, gerektiğinde onları doktora götürürler… Ancak yalnızca çocuklarının yanında olarak bile, çocuklarının üzerinde çok büyük etkileri olur. Çocuğunun yanında durarak, çocuğa, sevildiğini, güvende olduğunu ve korunduğunu göstermek büyük önem taşır. Bu da bağlanmaya yol açar.

Bağlanma kuramı, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, İngiliz psikolog John Bowlby ve Amerikalı-Kanadalı psikolog Mary Ainsworth tarafından geliştirilmiştir. Bu kuram, bebeğin yanında duran ve onun gereksinmelerini karşılayan anababaların (özellikle annelerin), çocuklarına, o büyük dünyayı, büyük bir güven içinde keşfetmek üzere yola çıkmayı göze aldıkları, sonra yeniden rahatlık alanına dönebildikleri bir zemin hazırladıklarını öne sürer. Böylece çocuklar, kendilerine bir gelecek oluştururlar. Bu kuramın temelleri şunlardır:

  • Anababaların, çocuklarını, onların yanında olduğu güvenini vererek büyütmesi; bu çocukların, böyle büyütülmeyen çocuklara göre daha az korku duymalarına yol açar.
  • Bu değerli güven duygusu, bebeklik, çocukluk ve ergenlik yıllarında oluşur ve sonraki ilişkileri de etkiler.
  • Çocukların yetiştirilme yaşantıları olumlu olunca, başkalarının da benzer tutumları olabileceğine ilişkin bir güven duyarlar.

Ainsworth, üç bağlanma türü tanımlamıştır. Daha sonraki yıllarda, araştırmacılar dördüncü bir türü daha tanımlamışlardır. Bunlar:

  • Güvenli bağlanma
  • Kaygılı-güvensiz bağlanma
  • Kaçıngan-güvensiz bağlanma
  • Darmadağın-güvensiz bağlanma

Güvenli bağlanma, amaçlanan bağlanma türüdür. Çocuklar, anababalarının (ya da kendilerini yetiştiren diğer kişilerin) yanlarında olduğunu, duyarlı olduklarını, karşılık verici olduklarını ve kabullenici olduklarını gördükleri ve hissettikleri zaman böyle bir bağlanma gelişir. Güvenli bağlanma ilişkilerinde, anababalar, çocuklarının, kendi rahatlık alanlarının dışına çıkmalarına izin verirler, ancak güven duyma ve rahatlık arayışı için geriye geldiklerinde, yine onların yanındadırlar. Bu anababalar, çocuklarıyla oyun oynarlar ve gerektiğinde onlara güven vererek rahatlamalarını sağlarlar. Çocuk, böylece, olumsuz duygularını dışa vurabileceğini ve birisinin ona yardım edeceğini öğrenir. Güvenli bağlanma geliştiren çocuklar, nasıl güvenilebileceğini öğrenirler ve sağlıklı bir benlik algısı geliştirirler. Bir erişkin olduklarında da duygularının ayrımına varabilirler, yaşadıkları duyguları anlayabilirler, yeterli olurlar ve genellikle iyi ilişkiler kurarlar.

Anababalar, çocuklarının gereksinmelerini ancak ara sıra karşılarlarsa kaygılı-güvensiz bağlanma biçimi ortaya çıkar. Bakım ve koruma kimi zaman vardır, kimi zaman yoktur. Çocuk, gereksindiğinde anababasının yanında olduğuna güvenemez. Bu yüzden, bağlanma kişisiyle ilgili bir güvenlik duygusu geliştiremez. Gözünün korktuğu bir durumda, geri döndüğünde, anababasını yanında bulamayacağını düşündüğü için anababasından bir türlü ayrılamaz. Dolayısıyla daha beklentili, hatta yapışkan olur; böylece sıkıntısını abartılı göstererek, anababasının bir tepki göstermesini bekler. Kaygılı-güvensiz bağlanmada, öngörülemezliğin olması, en sonunda kişinin “muhtaç”, kızgın ve güvensiz olmasına yol açar.

Anababadan biri, kimi zaman çocuğunun gereksinmelerini kabul etmekte ve bunlara karşılık vermekte güçlük çekiyor olabilir. Çocuğu rahatlatmaktansa, onun duygularını küçümsüyor, beklentilerine karşılık vermiyor ve zor birtakım işlerde ona yardımcı olmuyor olabilir. Bu da kaçıngan-güvensiz bağlanmaya yol açar. Ayrıca, anababanın gereksinmeleri için çocuğun yardımcı olması bekleniyor da olabilir. Dolayısıyla çocuk, anababasını çağırmamanın en iyisi olduğunu öğrenir. Sonuçta anababa yardımcı olmamaktadır. Kaçıngan-güvensiz bağlanmada, çocuk, duygularını örtbas etmenin ve ancak kendisine güvenmenin en iyisi olduğunu öğrenir. Ainsworth, kaçıngan-güvensiz bağlanması olan çocukların, bir sıkıntı içine düştüklerinde, anababalarına gitmediklerini ve olumsuz duygularını göstermeyi en aza indirmeye çalıştıklarını göstermiştir.

Darmadağın-güvensiz bağlanma durumunda anababalar değişiktür davranışlar sergilerler. Çocuklarını dışlarlar, gülünç duruma düşürürler ya da onları korkuturlar. Bu tür davranışlar gösteren anababalar, genellikle işlenmemiş ve çözülmemiş, geçmiş bir ruhsal örselenmesi olan anababalardır. Çocukları kendilerine yaklaştığında, onlarla ilgilenmek ve korumak yerine, korku duyarlar ve kaygı düzeyleri artar. Yukarıda tanımlanan üç bağlanma biçimi, “düzenli” bağlanma biçimleri olarak da anılır; çünkü çocuk nasıl davranması gerektiğini öğrenmiştir ve ona göre kendisine bir yöntem belirlemiştir. Oysa, dördüncü bağlanma biçimi olarak, “darmadağın” olarak adlandırılan bağlanma biçiminde, belirlenebilmiş bir yöntem ya da davranış biçimi yoktur. Sonuç olarak çocuk, kendisini güvende hissetmesini sağlayacak birtakım davranışlar geliştirmeye başlar. Sözgelimi, anababasına karşı saldırgan olur, anababasının kendisine bakmasına karşı çıkar ya da çok kendine güvenli bir yol izler.

Çocukluk bağlanma biçimleri, erişkinlerin kurdukları ilişkilerde, onların ne hissettiklerini ve nasıl davrandıklarını büyük ölçüde etkileyebilir. Çocuklukta güvenli bağlanma yaşayan çocuklar, birer erişkin olduklarında, genellikle iyi ilişkiler kurarlar. Dürüst, destekleyici ve duygularını paylaşırken rahat olurlar. Bu özellikleri, başka toplumsal durumlarda da başarılı olmalarına yardımcı olur. Bu kişiler, diğer insanların güvenilir olduğunu, kendilerinin sevilebilir olduğunu düşünürler. Yakınlık kurmayı doğal bir eylem olarak görürler ve yakınlık kurduklarında kendilerini rahat hissederler. “Eşimin yaşadığı duygular benim sorumluluğumdadır ve biz birbirimize özen göstermek durumundayız” diye düşünürler. Çatışma durumunda, “Ters düştüğümüz konu üzerinde konuşabilir ve her iki yanın gereksinmelerini karşılayan bir çözüm bulabiliriz” derler.

Yapışkan çocuklar, yapışkan erişkinler olurlar. Kaygılı-güvensiz bağlanması olan erişkinler, ilişkilerinde daha çok beklenti içinde olan, sahiplenici, hatta birbirlerine bağımlı kişiler olurlar. İlişkilerinde çok verici mi, yoksa az verici mi oldukları konusunda sürekli bir bilinmezlik içindedirler. “Sevgiye gereksiniyorum ama bunu hak etmiyorum” diye düşünürler. “Eşimi kendimden uzaklaştırmamak için çok özenli olmalıyım” düşüncesi içinde olurlar. “Yakınlık kurmak istiyorum, ancak eşim benim buna çok ‘muhtaç’ biri olduğumu görürse beni istemeyebilir” diye düşünürler. Kendilerini, kurdukları ilişkileriyle tanımlama beklentisi içindedirler, bir ilişki içinde olmanın kendilerini kurtaracağını ya da kendilerini tamamlayacağını düşünürler. Dışlanmanın herhangi bir belirtisine çok duyarlı oldukları düşüncesi içindedirler. Her konuyu çok kişisel alırlar. “Eşim beni yatıştıracak olursa, rahatlarım” diye düşünürler. Çatışma durumunda, eşlerini yitirebileceklerinden korktukları için, doğrudan bir söz söylemektense sessiz kalmayı yeğlerler, ancak yine de kimi zaman büyük bir öfke patlaması gösterebilirler. Bu kişiler, eşleri tarafından, sürekli dokunulma, bir etkileşim içinde olma ve ilgi görme arayışı içinde olurlar. İlişkilerinde büyük iniş ve çıkışlar olur. Eşlerinden ayrı kaldıklarında çok kaygılanırlar. Eşlerini yanlarında tutmak için eleştirme, suçlama gibi yollara başvururlar. İlişkilerinin bitmesi ile ilgili gerçek ya da gözlerinin korktuğu bir durum olursa buna aşırı tepki gösterebilirler. İlişkilerine aşırı bağlanmaları, bir yandan da ilişkilerinin bitmesine yol açabilir.

Kaçıngan-güvensiz bağlanması olan erişkinler, bir ilişki kurmaktan kaçınıyor olabilirler. Hep küçümseyen bir tutum içinde ya da korku duyuyor olabilirler ve başkalarını kendilerinden uzak tutma eğilimi gösterirler. Kimseye değil, ancak kendilerine güvenebileceklerini düşünürler. Duygusallık için zamanlarının olmadığını ve bunun saçma olduğunu düşünürler. Yakınlık söz konusu olunca, “Bağımsız olmalıyım” düşüncesi içinde olurlar. Çok zorlanacak olurlarsa, çekip gitmek için can atarlar. “Eşimin yaşadığı duygular benim sorumluluğumda değil” diye düşünürler. Bunlar için suçlanamam, derler. Çatışma durumunda, “Barış içinde yaşayıp gitmekten başka bir şey istemiyorum” derler. Her küçük sorunda, ayrıntılarıyla konuşmanın gerekli olmadığını belirtirler. Bu kişiler, derin birtakım duygular yaşamaktan ve yakınlaşmaktan çok korkarlar. Olası eşleriyle aralarına duygusal sınırlar koyarlar. Eşlerinden bilgi saklama eğiliminde olurlar. Eşlerinin duygularını önemsemezler. İlişkiye girme konusunda isteksizdirler ve rastgele cinsellik yaşamak isterler. Ancak geçmiş ilişkilerini gözlerinde büyütürler, onları ülküselleştirirler.

Darmadağın-güvensiz bağlanması olan erişkinler, daha çok ruhsal sorun yaşadıkları gibi, kendilerini yönetmekte de güçlük çekerler. İlişki söz konusu olunca, çok sıcak ya da çok soğuk olurlar. Antisosyal davranışlar sergilerler ve bunun için bir vicdan azabı çekmezler. Bencil, baskı altında tutan kişilerdir ve kişisel sorumluluk almayı pek istemezler. Alkol ya da madde kötüye kullanımları olabilir ve suça eğilim gösterebilirler.

Anababalık, çocuğu, sonrası için şekillendiren bir süreçtir. Çocuğun yanında olarak, onun güvenli bir bağlanma biçimi geliştirmesi sağlanarak, erişkinliğinde sağlıklı birtakım davranışlar geliştirmesine yardımcı olunması gerekir.

Kendi bağlanma biçiminizi değiştirmek istiyorsanız da, hiçbir özelliğimizin taşa kazınmadığını düşünerek, bunu değiştirme yolunda çaba gösterebilir ve terapiden yarar görebilirsiniz…

Kendi Kendini Doğru Çıkaran Öngörü

Kendi kendini doğru çıkaran öngörü (İngilizcesi “self-fulfilling prophecy”), kendisinin gerçek olmasını sağlayan, kendisinin doğru çıkmasına neden olan öngörüyü tanımlamak üzere kullanılan bir terimdir. Sözgelimi, bir kişinin, bir başkasına ilişkin beklentileri, o kişinin, söz konusu beklentileri karşılayacak bir biçimde davranmasına yol açabilir. Kişinin, bir beklentisi olduğu için, herhangi bir etkisi olmadığı bilinen bir ilaçtan ya da bir tedavi yönteminden yarar görmesi (“plasebo etkisi”), bunun için diğer bir örnektir.

Kendi kendini doğru çıkaran iki tür öngörü vardır. Bunlardan birincisi, kişinin, kendi beklentilerinin, kendi eylemlerini etkilediği zaman ortaya çıkan, kişinin kendisine ilişkin öngörülerdir. Diğeri, başkalarının beklentilerinin, bir diğer kişinin tutum ve davranışlarını etkilediği, başkalarının öngörüleridir. Kişinin değer verdiği bütün görüşler, onun davranışlarını etkileyebilir.

Bir de, Pigmalion etkisi diye tanımlanan, başkalarıyla ilgili, kendi kendini doğru çıkaran öngörü durumu vardır. Bu etki, bir kişiye karşı olan tutumumuzun, o kişinin nasıl davrandığını doğrudan etkilemesi anlamına gelir. Diğer bir kişi, bir olayın olacağını düşünürse, bilinçli ya da bilinçdışı olarak yaptıkları ya da yapmadıklarıyla o olayın olmasını sağlar.

Kendi kendini doğru çıkaran öngörü terimini, ilk kez, Robert K. Merton, 1948 yılında, “Bir durumun yanlış tanımlanmasının, başlangıçtaki yanlış algının gerçekleşmesine yol açacak davranışları ortaya çıkarması” olarak tanımlamıştır.

Diğer bir deyişle, gerçekliğin yanlış yorumlanması ya da yanlış bir öngörü, bu varsayımın bir gerçekliğe dönüşmesine yol açacak davranışlara neden olabilir. Daha yalın bir deyişle, yanlış bir gerçeklik algısı, geleceğe ilişkin öngörüler, korkular ve kaygılarla ilişkili ruhsal tepkilere bağlı olarak bir gerçekliğe dönüşebilir. Yaygın kullanılan bir Türk atasözü bunu demek istemektedir: “Sakınan göze çöp batar.”

Kendine ilişkin öngörüde, kişinin kendisine ilişkin beklentileri, kişinin eylemlerinin nedeni olur. Sözgelimi, kişi, toplum önünde konuşmaktan çok çekiniyor, konuşurken sesinin titreyeceğini ve iyi bir sunum yapamayacağını düşünüyor olabilir. Dolayısıyla, düşüncelerini toparlayamaz, kekelemeye başar, söyleyeceklerini unutur ve iyi bir sunum yapamaz. İyi bir sunum yapamayacağını öngördüğü için, iyi bir sunum yapamamış olur.

Başkasına ilişkin öngörüde, bir başkasına ilişkin beklentiler, o kişinin tutum ve davranışlarını etkiler. Sözgelimi, falcı, fal baktırmak üzere yanına gelen kişiye, yakın bir gelecekte işini bırakacağını söyler. O kişi de, kendisinden böyle bir beklentide bulunulduğu için, buna inanmaya başlar ve sonunda işinden olacak tutum ve davranışlar sergilemeye başlar.

Kendi kendini doğru çıkaran her iki tür öngörünün de temeli, dayanaksız ya da yanlış bir görüşün, kişinin, sanki bu görüş doğruymuş gibi davranmasını tetiklemesi, dolayısıyla öngörünün gerçekliğe dönüşmesine neden olmasıdır.

Pigmalion etkisi terimi, Yunan ozan Ovid’in, “Başkalaşma” (Metamorfoz) olarak adlandırdığı şiirden köken almıştır. Bu şiirde, Pigmalion, yarattığı bir yapıta, en sonunda aşık olan bir yontucudur (heykeltraştır). Pigmalion, hayranlık duyduğu, yarattığı bu yontuya (heykele) benzer bir eş getirmesi için tanrılara (Yunan tanrılarına) yalvarır. Öykü ilerledikçe, tanrıların, onun dileğini gerçekleştirdiği ve heykelin canlandığı görülür.

Yapılmış toplumsal bir deney üzerinden şöyle bir örnek verilebilir:

Yıllar önce, bir okulda, bir deney yapılması tasarlanmış. Okul yöneticisi, üç öğretmeni yanına çağırmış ve “Siz, üç öğretmen, okulun en iyi öğretmenleri olduğunuz ve konularında uzman kişiler olduğunuz için, size, üstün zekalı 90 öğrenci vereceğim” demiş. Sonra eklemiş, “Bu öğrencilerin, gelecek öğretim yılında nasıl bir gelişme göstereceklerini birlikte değerlendireceğiz.”

Her üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anababaları da bunun çok iyi bir düşünce olduğunu söylemişler ve çok güzel bir öğretim yılı geçirmişler. Öğretim yılının sonunda, bu öğrencilerin, diğer öğrencilere göre, yüzde 20-30 oranlarında daha üstün bir başarı gösterdikleri saptanmış.

Yıl sonunda, okul yöneticisi, bu üç öğretmeni yanına çağırmış ve onlara şunu söylemiş: “Size bir açıklamada bulunacağım. Sizin öğrencileriniz, diğer öğrenciler arasında, en üstün zekalı olan 90 öğrenci değildi. Sıradan öğrencilerdi. Gelişigüzel 90 öğrenci seçtik ve size verdik.”

Öğretmenler, doğal olarak, kendilerinin olağanüstü öğretmenlik yeteneklerinin, çocukların başarısına katkısının olduğunu düşünmüşler.

“Size bir açıklamada daha bulunacağım” demiş okul yöneticisi. “Siz de okulun en iyi öğretmenleri değilsiniz. Sizin adlarınızı da gelişigüzel, adçekme yoluyla belirledik.”

Öyleyse nasıl olmuştu da bu öğrenciler ve öğretmenler, bütün bir yıl boyunca sıra dışı bir başarı göstermişlerdi. Yanıt, bu kişilerin tutumlarında yatıyordu.

Öğretmenler ve öğrenciler, kendilerine ve birbirlerine güvenmişlerdi, karşılıklı olarak olumlu bir beklenti tutumu göstermişlerdi. Başarılı olmuşlardı, çünkü başarılı olacaklarına inanmışlardı.

Kendi kendini doğru çıkaran öngörü, geribildirim döngüsü olarak da adlandırılabilen, bir tür nedensellik döngüsü biçiminde kendini gösterebilir. Bu, sistemin, iki ya da ikiden çok yanının birbirini etkilemesi olarak görülebilir. Soyut terimlerle söylenecek olursa, A olayı, B olayına; B olayı, C olayına; C olayı da D olayına yol açarken; D olayı yeniden A olayına yol açar ve bu döngü yinelenir. Bir kez, bir döngü başlayınca, bu döngünün dışına çıkmak, kendini bu durumdan çıkarmak ve birtakım eylemlerde bulunmaktan ve sonuçlarına katlanmaktan uzak durmak öyle kolay değildir. Öngörünün kendisi, birtakım eylemlerde bulunmak için ittirici bir güç olur, dolayısıyla kendini doğru çıkarır.

Bilişsel davranışçı terapilerin temeli olarak, düşüncelerimizin duygularımızı etkiliyor olması, duygularımızın da davranışlarımızı etkiliyor olması, ancak sonunda davranışlarımızın da düşüncelerimizi etkiliyor olması, böyle bir nedensellik döngüsü için çok iyi bir örnektir.

Sözgelimi, kişinin eylemsizliğini bir yana bırakarak (davranışçı etkinleştirme yöntemi) bir döngüyü kırması, depresyon tedavisi yolunda atılabilecek önemli bir adımdır. Depresyondaki çoğu kişinin, kendisine biçtiği değer ve yeterliğiyle ilgili olarak, gerçekçi olmayan, olumsuz birtakım düşünceleri vardır. Bu kişiler, genellikle “Hiçbir şeyi doğru yapamam!..” anlayışıyla ya da böyle bir yerleşik düşünceyle yola çıkarlar. Bu bakış açıları da, yetersiz ya da işe yarar olmayan birtakım eylemlerde bulunmalarına ya da hiçbir eylemde bulunmamalarına ve özbakımlarına özen göstermemelerine yol açar. Böyle işlevsiz düşünmeyi sürdürecek olurlarsa, eninde sonunda kendi ilk düşüncelerini haklı çıkaracak bir biçimde davranmış olurlar ve depresyondan bir türlü kurtulamazlar. Böyle bir düşünceye sahip olduğu için böyle davranma, böyle davranıyor olmanın da böyle bir düşünceyi haklı çıkarıyor olması döngüsü, böylece sürüp gider.

“Başarabileceğinize inanırsanız başarabilirsiniz, başaramayacağınıza inanırsanız haklı çıkarsınız…”

Çocuk Yetiştirme biçimleri

Gelişim psikologları, anababaların, çocuk yetiştirme tutumlarının, çocuklar üzerinde ne gibi etkiler gösterdiği üzerinde çok çalışmışlardır. Ancak, anababaların özel birtakım tutumları ile çocuk davranışları arasında gerçek bir neden-sonuç ilişkisi kurmak öyle kolay değildir. Çünkü, çok değişik ortamlarda büyüyen çocuklar, daha sonra, çok benzer kişilik özellikleri sergilerlerken; aynı ev ortamında büyümüş olan çocukların, daha sonra, çok değişik kişilik özellikleri ortaya çıkabilmektedir. Araştırmacılar, yine de, anababalık tutumları ile bunların çocuklar üzerine olan etkileri arasında birtakım bağlantılar bulmuşlar ve bu etkilerin erişkin davranışlarına taşındığını öne sürmüşlerdir.

1960’lı yıllarda psikolog Diana Baumrind, yaptığı çalışmalarla, birtakım anababalık tutumu boyutlarının olduğunu ileri sürmüştür. Yaptığı araştırmalarda, terbiye yöntemi, içtenlik ve sıcaklık gösterme, iletişim biçimi, olgunluk gösterme ve özdenetim sağlama beklentileri gibi boyutları ele almıştır. Baumrind, bu boyutlara göre, anababaların çok büyük bir çoğunluğunun, üç anababalık tutumundan birini gösterdiğini ileri sürmüştür. Maccoby ve Martin, daha sonra yaptığı çalışmalarla, bunlara, dördüncü bir anababalık tutumu biçimini daha eklemiştir. Bunların her birinin, çocuk davranışı üzerine değişik birtakım etkilerinin olduğu görülmüştür.

Buyurgan anababalık tutumunda, çocukların, anababaları tarafından belirlenen katı kurallara uymaları beklenir. Bu kurallara uyulmaması genellikle cezalandırılmaya neden olur. Bu anababalar, koydukları kuralların nedenlerini açıklamazlar. Açıklamaları istendiğinde, “Çünkü ben öyle istiyorum” derler.

Böyle anababaların yüksek beklentileri olmakla birlikte, bu kişiler, çocuklarına çok karşılık veren anababalar değildirler. Çocuklarının çok sıra dışı davranmalarını ve hiç yanlış yapmamalarını beklerler, ancak ne yapmaları ya da ne yapmamaları gerektiği konusunda onlara pek yol göstermezler. Yaptıkları “yanlış”lardan ötürü çocuklarını oldukça ağır bir biçimde cezalandırırlar, ancak cezalandırılan çocuklar, çoğu kez, ne’yi yanlış yaptıklarını anlayamazlar ya da kavrayamazlar.

Baumrind, bu anababaların, boyun eğmeye önem verdiklerini ve bir açıklamada bulunmadan, verdikleri komutlara uyulmasını gerektiğini düşünen anababalar olduklarını söylemiştir. Bu anababalar, genellikle, baskı altında tutan ve buyurgan anababalar olarak tanımlanırlar. Çocuklarının, sorgulamadan boyun eğmelerini beklerler.

Söz geçirebilen anababalık tutumunda da, buyurgan anababalık tutumunda olduğu gibi, çocukların uyması gereken birtakım kurallar ve ilkeler vardır. Ancak bu anababalık tutumu çok daha “demokratik”tir ve özerkliğe saygı duyar.

Söz geçirebilen anababalar, çocuklarına karşılık veren ve onların sorularını dinlemeye istekli olan anababalardır. Bu anababaların çocuklarından beklentileri çoktur; ancak kendileri de çocuklarına yeterli desteği, geri bildirimi ve sıcaklığı verirler. Çocukları, onların beklentilerini karşılayamadığında, sevgi gösterme tutumlarını sürdürürler ve cezalandırıcı olmaktan çok bağışlayıcı olurlar.

Baumrind, bu anababaların, çocuklarının davranışlarıyla ilgili olarak açık birtakım ölçüler belirlediklerini söylemiştir. Bu anababaların, kendilerini doğru ortaya koyan, ancak kısıtlayıcı ve bulaşıcı olmayan anababalar olduklarını belirtmiştir. Terbiye yöntemlerinin, cezalandırıcı olmaktan çok, destekleyici olduğunu söylemiştir. Çocuklarının da sorumluluk sahibi kişiler olmalarını, işbirliği yapmaya yatkın olmakla birlikte özyönetimlerini ve özdenetimlerini gerçekleştirebilen ve kendini doğru ortaya koyabilen çocuklar olmalarını istediklerini vurgulamıştır. Dolayısıyla bu çocuklar özerk davranma yetisi geliştirebilmektedirler.

Göz yuman anababalar olarak da adlandırılabilen hoşgörülü anababaların çocuklarından çok az beklentileri vardır. Bu anababaların, çocuklarını terbiye etmek gibi bir kaygıları pek yoktur, çünkü çocuklarının olgunlaşmasıyla ve özdenetim sağlayabilmeleriyle ilgili beklentileri oldukça düşüktür.

Baumrind’e göre hoşgörülü anababalar, dayatmacı olmaktan çok karşılık vericidirler. Sevecendirler, çocuklarından olgun davranışlar beklemezler ve yüzleştirmekten kaçınırlar. Hoşgörülü anababalar, çocuklarıyla, genellikle sevgi dolu bir yaklaşım ve iletişim içinde olurlar, anababa olarak davranmaktan çok bir arkadaş gibi davranırlar.

Baumrind’in tanımladığı başlıca üç anababa tutumuna ek olarak psikologlar Eleanor Maccboy ve John Martin dördüncü bir tutumu daha eklemiştir. Bu da ilgisiz ya da savsak (ihmalkar) anababalık tutumudur. İlgisiz anababalık tutumu, çok az beklenti, düşük karşılık verme ve çok az iletişim kurma ile belirlidir.

Bu anababalar, çocuklarının temel gereksinmelerini karşılarlar, ancak çocuklarının yaşamından kopukturlar. Çocuklarına yiyecek ve bir barınak sağlıyorlardır, ancak yol gösterici bir tutumları yoktur, onların yaşamını yapılandırmazlar, kurallar koymazlar, hatta destek bile olmazlar. Bu anababalar, aşırı durumlarda, çocuklarının gereksinmelerini bile görmezden geliyor ya da gözardı ediyor olabilirler.

Söz konusu anababalık tutumlarının çocuklar üzerinde birtakım etkileri olur:

  • Buyurgan anababalık tutumu, genellikle boyun eğen ve becerikli çocuklar yetişmesine yol açar; ancak bu çocukların mutluluk ve toplumsal yeterlilik düzeyi daha düşük olur. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababalar, çocuklarını, benlik algısı açısından düşük benlik saygısı olan çocuklar olarak yetişirler. Bu çocuklar, duygularına güvenmezler, davranışlarını iyi yönetemezler. Toplumsal becerileri gelişmiş değildir, yaşıtlarıyla iyi geçinemezler. Okulda derslere odaklanmakta güçlük çekerler ve orta düzeyde bir başarı gösterirler.
  • Söz geçirebilen anababalık tutumu izleyen anababaların çocukları genellikle başarılı, yeterli ve mutlu olurlar. Bu anababalar, adil davrandıkları için, çocukları onların isteklerine uyma eğilimi gösterirler. Bu anababalar, kural koydukları gibi, koydukları kuralların gerekçelerini de açıkladıkları için çocukları bunları içselleştirirler. Dolayısıyla, yalnızca korktukları için değil, içten içe inandıkları için de bu kurallara uyarlar. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababaların çocukları benlik algısı açısından yüksek benlik saygısı olan, kendini doğru ortaya koyabilen çocuklar olarak yetişirler. Duygularına güvenirler, bunları iyi yönetirler ve özdenetim sağlayabilirler. Toplumsal beceriler açısından, sorumluluk sahibi olarak yetişirler, daha az yaşıt baskısı altında kalırlar, yaşıtlarıyla iyi geçinirler ve eşduyum yapabilirler. Okul açısından, iyi birer öğrenicidirler, daha kendilerine güvenli ve başarılı olurlar.
  • Hoşgörülü ve göz yuman anababaların çocuklarının mutluluk düzeyi ve özyönetim becerileri düşük olur. Bu kişiler, üstleriyle sorunlar yaşarlar ve okulda başarısız olma eğilimi gösterirler. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababaların çocukları, benlik algısı açısından yüksek benlik saygısı olan, kendine güvenli, daha az sorumluluk sahibi ve dürtüsel olarak yetişirler. Duyguları iniş çıkışlıdır, ancak duygularını dile getirebilirler. Toplumsal beceriler açısından, arkadaşlıklarını sürdürmekte güçlük çekerler. Okula karşı ilgileri düşük olur.
  • İlgisiz ve savsak anababalık tutumu, bütün anababalık tutumları içinde, yaşam alanlarında en kötü sonuçlara neden olan tutumdur. Bu kişilerin çocukları özdenetim sağlamakta güçlük çekerler ve yaşıtlarına göre daha yetersiz olurlar. Böyle bir anababalık tutumu sergileyen anababaların çocukları, benlik algısı açısından düşük benlik saygısı olan, kendine yeterince güveni olmayan, kendini ve başkalarını pek sevmeyen çocuklar olarak yetişirler. Duygularını saklarlar, duygusal iniş çıkışlar gösterirler ve duygularını yaşamaktan kaçarlar. Toplumsal beceriler açısından, içe kapanıktırlar, saygısız ve güvensizdirler. Okul başarıları düşüktür ve kendi başlarına pek başarılı olamazlar, hep destek almaları gerekir.

Tek başına anne ya da babanın anababalık tutumu değişik olabilir. Sözgelimi, anne söz geçirebilen bir anababalık tutumu sergilerken, baba hoşgörülü bir anababalık tutumu gösterebilir. Bu durumda, çocuk, karışık birtakım iletiler alır, bu da işi daha da karmaşıklaştırır. Bu yüzden, anababaların, söz geçirebilen anababalık tutumu izlemeye çalışmalarının yanı sıra, işbirliği yapmayı da öğrenmeleri ve ortak birtakım iletiler göndermeyi sağlamaları gerekir.