Toplumsal Kimlik
Toplumsal kimlik, kişinin, hangi toplumsal kesime bağlı olduğuna ilişkin kendi algısıdır. “Toplumsal kimlik kuramı”nı geliştiren Tajfel adlı psikolog, kişinin bağlı olduğunu düşündüğü toplumsal kesimin (aile, “hemşerilik”, futbol takımı, siyasal parti, din gibi) önemli bir övünme kaynağı olduğunu ve kişinin benlik saygısına bir katkı sağladığını öne sürmüştür. Toplumsal bir kesime bağlı olmak, insanlara toplumsal bir kimlik ve ilişkinlik (aidiyet) kazandırmakta ve toplumsal bir varlık olduklarını hissettirmektedir.
İnsanlar, kendi benlik algılarını geliştirmek için, bağlı oldukları toplumsal kesimin değerini ve önemini abartma eğiliminde olurlar. Diğer yandan, bağlı olmadıkları toplumsal kesime ilişkin ayrımcı bir tutum sergileyerek ve onlara karşı birtakım önyargılar içinde olarak, yine benlik algılarını geliştirmeye çalışırlar.
Böylece, dünyayı, “biz” ve “onlar” olarak keskin kutuplara ayırmaya çalışırlar. Bu çaba ne denli yoğunsa, ne denli keskin bir kutuplaştırmaya gidiliyorsa, kişinin benlik algısının o denli yetersizliklerle yüklü olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kişiler, toplumsal kesimleri, “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” olarak diye adlandırırlar. Toplumsal kimlik kuramına göre, “bizden olanlar”, kendi benlik algılarını yüceltmek için, “bizden olmayanlar”a karşı ayrımcı bir tutum sergilerler.
Toplumsal kimlik kuramının ana varsayımı, “bizden olanlar”ın, kendi benlik algılarını yüceltmek için, sürekli olarak, “bizden olmayanlar”ın olumsuz özelliklerini bulmaya çalışıyor olmalarıdır.
Bunu yapmak için de, bağlı oldukları toplumsal kesim içinde yer alanlar arasındaki “benzerlikler”i ve bağlı oldukları toplumsal kesimle, bağlı olmadıkları toplumsal kesim arasındaki “farklılıklar”ı çok abartma eğiliminde olurlar ve bunları keskinleştirirler. Bunu yapabilmek için birtakım toplumsal değerlere aşırı bağlanırlar ya da birtakım toplumsal değerleri dışlarlar. Bütün toplumsal değerleri aşırı “kategorize etme” eğiliminde olurlar. Çünkü, ancak “kategorize ederlerse” birtakım değerlerle özdeşleşecek ve kendilerini daha çok bulacaklardır. Var oluşlarını da yalnızca bu değerlere göre tanımlamaya çalışırlar. Bir kez, kendini de “kategorize edince”, artık kendilerini sürekli olarak kendinden olmayanlarla karşılaştırmaya ve başkalarını dışlamaya ve ötekileştirmeye çalışırlar. Çünkü benlik saygılarını koruyabilmek için artık buna gereksiniyorlardır.
Kendinden olmayanlarla ilgili önyargılarının da kaynağı budur. Kendilerini birtakım toplumsal kesimlerle tanımlayan kişiler, benlik saygılarını koruyabilmek için sürekli bir yarış içinde olmak durumunda kalırlar. Gerçekte, toplumsal kesimler arasındaki çatışma, birtakım konularda değişik düşünüyor olmaktan çok, bireysel kimliklerle var olmaktan, dolayısıyla kendi benlik saygısını korumaya çalışmaktan kaynaklanır.
Ülkemizdeki birbirini dışlayıcı tutum büyük ölçüde buradan kaynaklanmaktadır. İnsanların, farklılıklara saygı duyan, “özgür bir birey” olarak var olamamaları, bağlı olduklarını düşündükleri toplumsal kesimle aşırı özdeşleşmelerine, “kendinden olmayanlar”la aşırı ters düşmelerine yol açmaktadır. Böyle bir tutum da, ortaklaşa (kolektif) davranışları kolaylaştırmaktadır. Galiba en önemlisi, önce bağımsız bir birey olabilmek gibi duruyor… Birey olarak var olamayanlar, sürüden biri olurlar… Diğer bir deyişle, sıradan olursanız, sürüden olursunuz…