Uymacılık (Konformizm)
Psikolog Lawrence Kohlberg’e göre, törel (ahlaki) değerler ve erdemlilik, çocukluktan ergenlik yıllarına doğru giderek gelişir. Kohlberg’e göre, yaşamın ilk dokuz yılında gelişen törel akıl yürütme döneminde, kurallar değişmez ve kesin (sabit ve mutlak) olarak görülür. Bu düzeyin ilk evresinde (söz dinleme ve cezalandırılma evresi), çocuklar, yaptıkları eylemlerin yanlış ya da doğru olduğunu, cezalandırılıp cezalandırılmadıklarına göre değerlendirirler. İkinci evresinde (bireyleşme ve alıp verme evresi), yanlış ve doğru, getirdiği ödüllere göre belirlenir. Başkalarının da istek ve gereksinmeleri, ancak karşılıklılık bağlamında bir önem taşır. Törel değerler, bu düzeyde, getirdiği sonuçlar ile değerlendirilir. Kohlberg’e göre çocuklar, başkalarıyla etkileşerek, törel değerleri ve saygı göstermeyi, eşduyum yapmayı ve sevgi göstermeyi öğrenirler.
Törel akıl yürütmenin ikinci düzeyi ergenlik yıllarında başlar ve erken erişkinlik dönemine dek uzanır. Davranışlar, bu düzeyde, getirdiği sonuçlardan çok arkalarındaki niyete ya da amacına göre değerlendirilmeye başlanır. Bu aşamanın, genellikle “cici çocuk” evresi olarak adlandırılan ilk evresi, davranışların yararlı olup olmadığı ya da başkalarını mutlu edip etmediği biçiminde sınıflandırılmasıyla başlar. İyi görünmek başlıca amaçtır. İkinci evresinde (yasa ve düzen evresi), “iyi olmak”, yetkeye (otoriteye) saygı ve yasalara uyum gösterme ile denk görülmeye başlanır. Ancak bu tutumun toplumu koruyacağına ve böylece toplumun sağlıklı bir biçimde sürdürüleceğine inanılır.
Törel gelişmenin üçüncü düzeyi, yalın bir uymacılığın (konformizm) ötesine geçmekle sağlanır. Ancak, Kohlberg’e göre, toplumun yalnızca yüzde 10-15’i bu düzeye erişir. Bu düzeyin birinci evresinde (toplumsal sözleşme ve kişisel haklar evresi), insanlar yetkeye saygı duymayı sürdürürler, ancak kişisel haklarının, kendileri için kısıtlayıcı olan yasaların önünde olduğunu giderek anlamaya başlarlar. İnsan yaşamının, yalnızca kurallara uymaktan daha kutsal olduğu ve daha dokunulmaz olduğu algısını geliştirmeye başlarlar. Kişinin kendi vicdanının son yargıç olduğuna ve törel değerlerini ancak kendi vicdanının belirleyebileceğine inanmakla altıncı ve en son evreye (evrensel törel ilkeler evresi) erişilir. Bu evrede, insan haklarının eşitliğine inanma ve buna göre davranma ve başkalarına da saygı gösterme tutumu gelişir. Kişi, yasalara uygun olsun ya da olmasın, kendine özgü törel değerlerini geliştirir. İnsan hakları, adalet ve eşitlik gibi evrensel genel geçer ilkeler adına, bunun için ağır bedeller ödenecek bile olsa, kurallara baş eğicilik tutumundan uzaklaşmanın, gerekirse toplumun çoğunluğuyla ters düşmenin gerekli olabileceği düşünülür.
Solomon Asch, 1950’li yıllarda yaptığı bir dizi deneyle, uymacılık (konformizm) ile ilgili birtakım görüşler ileri sürmüştür. Deneklere, yalın bir algılama deneyine katılacakları söylenmiş; denekler, grupların “yardakçılar”dan oluştuğunu bilmeden gruplara ayrılmışlar. Daha sonra, gruplardan, her bir durumda, doğru yanıtın çok açık olduğu, 18 kartın üzerine çizilen çizgilerin uzunluklarını karşılaştırmaları istenmiş.
Grubun büyük bir çoğunluğu yanıt verdikten sonra, “gerçek” deneğin yanıt vermesi istenmiş ve yapılan altı denemede de “yardakçılar” bilerek yanlış yanıt vermişler. Denemelerin üçte birinden daha çoğunda, katılımcılar, çoğunluk görüşüne uymak için açıkça yanlış yanıt vermişler ve katılımcıların dörtte üçü bunu en az bir kez yapmış. Kimi katılımcılar, daha sonra yapılan bireysel görüşmelerde, verdikleri yanıtların yanlış olduğunu bildiklerini, ancak başkalarına benzer yanıt vermek istediklerini, çünkü başkalarından değişik ya da aptalmış gibi görünmek istemediklerini söylemişler. Diğerleri, yanlış yanıtlar verdiklerinin ayrımında bile olmadıklarını bildirmişler.
Uymacılık’ın (konformizmin), grup birlikteliğini pekiştirmede yararlı bir toplumsal işlevi vardır. Grubun amaçlarına erişmesine yardımcı olabilir, ancak bunun olumsuz birtakım etkileri de olabilir. Asch’in uymacılık deneyleri, bireylerin, çoğunluğun görüşü olarak algıladıkları görüşlere katılmaya kendilerini inandırabileceklerini göstermiştir. İnsanlar, gruptan ayrı düşmemek adına, yanlış ve akılcı olmayan düşüncelere kapılabilmektedirler. Psikolog Irving Janis de, gruba uyma baskısının kesin boyun eğmeye (mutlak itaat’e) ve akılcı düşünmekten uzaklaşmaya yol açabileceği üzerinde durmuştur. Böylece, yanlış olsa bile, verilen kararlar ortak bir akılla desteklenir ve daha sonra grup, kendisinin bir yanlış yapabileceğini düşünmemeye başlar. Ortak akıl, içlerindeki “kara koyun”u dışlamaya çalışır ve diğer gruplara karşı savaş açar. Bundan kaçınmanın yolu, görüşleri tartışmaya açabiliyor olmak, birilerinin “şeytanın avukatlığı”nı yapmasına izin vermek ve grup dışından birilerinin görüşlerine de başvurmaktır. Toplumumuzun kimi kesimlerinde olduğu gibi, kendi doğrularının en doğru olduğunu düşünen kapalı gruplarda bunlar ne yazık ki yapılamamaktadır.
Toplumsal gruplarda uymacılık (konformizm) isteği, insanların kişisel değerlerinin ve inançlarının da önüne geçebilmektedir. Boyun eğiciliğin (“itaat ve biat”, “şakşakçılık”) de benzer bir etkisi var gibi görünmektedir. Stanley Milgram’ın ünlü deneyler dizisinde, bütün katılımcıların, yalnızca kendilerine öyle söylendiği için, hiçbir suçu olmayan insanlara elektrik şoku uygulayabilecekleri gösterilmiştir. Bu deneyler, insanların, yetke (otorite) olarak tanıdıkları kişilerin buyruklarına koşulsuz uymaya, bunlara boyun eğmeye yatkın olduklarını göstermiştir. Milgram’a göre, insanlar, toplumsal durumlarda iki yoldan birini seçerler. Ya özerk davranarak, sorumluluk alıp sonuçlarına katlanırlar ya da başka insanların “maşa”sı olarak davranıp, sorumluluğu kendilerince başkalarının üzerine atarlar. Ancak bir başkasının “maşa”sı olarak davranmadan önce, onun yetkesini, törel ve yasal olarak tanımış olmaları gerekir. Ancak bir “aidiyet” arayışı içinde olan kişiler için bu yolu seçmek hiç de öyle güç olmaz.
Asch ve Milgram’ın yaptığı deneyler, insanların, uymacılık ve boyun eğme tutumlarının, özdeğerleriyle ve temel yerleşik inançlarıyla çelişen birtakım davranışlarda bulunmalarına neden olabileceğini göstermiştir. Zimbardo da, tutukevi deneyinde, iyi insanların nasıl kötü işler yapabildiklerini göstermiştir. Bu deneyde, gardiyan ve tutuklular, kendilerine biçilen değerlere ve verilen görevlere büyük uyum göstermişlerdir. Gardiyan konumunda olanlar giderek sertleşmişler ve görevlerini kötüye kullanmaya başlamışlar; tutuklular baş kaldırmışlar, ancak çok büyük bir sıkıntı içine düşmüşlerdir. Zimbardo’nun çalışması, durumsal baskıların ne denli önemli olabileceğini göstermiştir. Zimbardo’ya göre insanlar, doğru ya da yanlış durumsal baskılar altında her tür eylemde bulunabilirler. Sıradan insanlar, kendilerine verilen toplumsal konuma hızla uyum sağlamaktadırlar. Kendilerini alt konumda bulduklarında, üst konumdakilere ya da yetke konumundakilere boyun eğmektedirler; ancak, toplumsal bir yetke konumuna getirilirlerse, yalnızca sahip oldukları gücü kullanmakla kalmamakta, çoğu zaman bunu kötüye de kullanmaktadırlar. Kişinin “birey”liği bir kez elinden alınınca, davranışları üzerinde toplumsal ya da kurumsal birtakım baskılar kurulabilmektedir. Bireyliğinden koparma sürecinde, kişinin kişisel kimliği göz ardı edilerek, toplumsal konumunun ve durumunun, önceden tanımlanmış gerekliliklerine göre davranması sağlanabilmektedir. Öte yandan, inandırılma (ikna) edilme ile ilgili çalışmalar, akılcı tartışmalardan çok duygusal yaklaşımlarla insanların daha kolay inandırabileceğini göstermiştir.
Sonsöz: “Kalabalıkla birlikte yanlış yöne gitmektense, tek başına yürümek daha iyidir…”